AĞIL

DERİN KUTLAY 

TED Ankara Koleji

 

Çoban, ağılın kapısını açmaya geliyordu, arkasında turuncu güneş ve açık yeşil dağlar, tepeler.

Ağıla yaklaştıkça üstünden dökülen paçavralar daha da belli oluyordu. Zaten bütün yevmiyesini şehirden gelen sigara paketlerine harcayan yirmi iki yaşındaki genç, altmış iki yaşındaki ağadan bile daha yaşlı gözükmeyi beceriyordu. Şehirlilere göre her insan bünyesine iyi gelecek temiz köy havası ve doğallık, ona pek yaramamıştı.

“Yav gene geldi yav, gene geldi işe yaramaz. Şu aptallar gene arkasından dere tepe düz gidecek, zaten kış ot mot yok anlamıyor mu bunlar!”

“Sus efendi sus, sus.”

Alacalı Koyun, bu uyarı üzerine yüzünü ekşitti, dibindeki kuru süpürgeotlarını ayaklarıyla ezdi ve Yüce Adam’ın beyaz koyunları okşamasına baktı. Yüzünü çevirdi, tavrını bu kadar kesin ortaya koyacaktı. Onun gibi yerli koyunları zor kandırırdı bu adam.

Şimdi bütün beyazlar soğuk toprakta, bitmeyen otları arıyorlardı ama Alacalı ve birkaç tane daha yaşlı, taşların daha az olduğu göl kenarında divanlarına başlamışlardı. Rus resimleri kadar soğuk bu ortam, aç koyunların içine korku salacak konuları tartışmak için en uygun yerdi. Kışın açık mavi buz ve yeni açan kardelenler, yazın iğrenç kokan bataklık, sazlıklar ve ağustos böceği sesleriyle dolu göl ve çevresinden daha rahatsız edici bir ortam bulunamazdı. Burası dünyadaki bütün kırlara inat, çiçek açmaz, kelebek, arı ne demek bilmezdi; varsa yoksa rüzgâr, yağmur, kar, kış. İşte bu kar kış günlerinden birinde oturumun başkanı Sakallı, günün en önemli sorununu ortaya koymuştu.

“Bakın bu kış ot ne kadar az! Amma hepimiz biliyoruz kimin yaptığını değil mi sevgili kardeşlerim? O imansız, terbiyesiz Siyah yaptı, bizi kandırdı, aldatıldık! Kardeşimiz dediniz ona, bakın şimdi komşu köyün ağıllarında saman yiyordur! Yüce ve kudretli liderimizi dinlesek bunlar başımıza gelir miydi, ha? Tabi ki de hayır. O bizim bu dış gücün oyununa gelmemize izin verir miydi sanıyorsunuz, aptal yerine konmamıza? Lakin merak etmeyin, ben o sürüdeki dostlarımdan onu bize göndermelerini istedim, ne biçim besin kıtlığıymış o da görsün!”

“Yalnız efendim, Ağa’nın da parmağı var bu işte derler.”

Bu sefer başka bir yerden, cırtlak kelimesinin bile tarif edemeyeceği bir ses yükseldi;

“Kimmiş o terbiyesizler, ahlaksızlar, ayrımcılar, düzeni bozmaya çalışan yoldan çıkmışlar? O Ağa’dır bu göllerin, ağaçların sahibi, o bizim namusumuzu korur, özgürlüğümüzle övünür. Bakın başka sürülerin haline, ne kadar başıboş dişi varsa toplanmış, açık açık gezerler, hiç olur mu öyle iş? Bizim Ağa’mız tam bir halk adamıdır, halk adamı.”

Alacalı sesini yükseltse Koyun Yasa’sının altıncı maddesine göre ağıl altına gireceğini biliyordu ve renginin bu durumda onu sadece daha da kötü etkileyeceğinin de farkındaydı, o yüzden geviş getirme rolüne devam etti. Ama onun suskunluğu herkesin dikkatini çekmekten geri kalmadı ve Sakallı, herkesin ona hak vereceğini bile bile;

“Seni hiç böyle sus pus oturur görmezdik Alacalı, hayırdır? Yoksa sen Siyah’ı destekler, kardeşliğimizi savunmaz mısın? Hâlbuki biz, siz renklilere ne kadar iyi davranmışızdır.”

“Yok, Efendim, hiç öyle iş olur mu?”

“Ben de öyle düşünmüştüm zaten ve bugünü sonlandıralım artık, akşam kavalına az kaldı. Şöyledir ki, ben bir kez daha o dostumla konuşacağım, neden kaç gündür Siyah’ı göndermedi diye. Sonuçta onlardan daha çok koyunuz, hem göl de bizim, yaptırımlarımıza dayanamazlar. Sabrımız tükeniyor artık, özellikle de Çoban’ın. Ben derim ki, bir hafta daha verelim. Bir de, şu ot dağıtımındaki paylar küçülecek gibi gözüküyor, tabi ben ve siz dışında, ama eğer bir koyun, elma falan takas etmeye kalkarsa biraz artırabiliriz. Sonuçta her şey karşılıklı! Haydi, dağılın, on dakikaya kalmaz geri dönüş başlar.”

Bu sözlerden sonra, kırmızı yazmalı Boncuk en önde, hepsi teker teker kıraç ovalara yöneldiler. Başka koyunlar hâlâ otluyordu daha doğrusu ot yerine geçecek yabani bitkiler arıyorlardı. Ne var ki bugün dün de olduğu ve her yıl olacağı gibi, şansları pek yaver gitmedi. Bir kez daha o kadar tepe çıkıp toynaklarına yüklenmişlerdi ve boş ağızlarla geri döneceklerdi. Alacalı, arka iki ayağını sürüyerek gölün karşı kenarına geçti ve geçmesiyle birlikte, genç ve bembeyaz kuzular ona doğru telaşla koştular.

“Amca, amca yan köylerden kaçak koyunlar bizim ağıla girmeye çalışıyorlar, orada hiç yiyecek kalmamış hem de kurtlar onların köye inmiş, parçalanmadık şey bırakmıyorlarmış. Kapıda bağrışa çağrışa bekliyorlar, bizimle kalmak için dileniyorlar vallahi.”

Alacalı, “Her kış oluyor zaten, bu ne telaş” dercesine başını salladı, ancak minikler arkasından geliyor rahat vermiyordu. Ve eğer ağıla gidip baksaydı, bunun her kıştan çok daha farklı bir akım olacağını görecekti.

Sürüleri her gün gelen yabancı ve safkan olmayan, cahil başka bir koyun ırkıyla yaşıyordu artık. Ağa’nın mutluluğuna diyecek yoktu, sonuçta sürüsü günbegün artıyordu hem de cebinden bir kuruşu bile çıkmadan, ancak bu duyguyu her koyun paylaşmıyordu. Sakallı ve arkadaşlarının “Onlar bizim kardeşlerimiz, gün gelecek onlar da bizimle samanlarını paylaşacak” sözlerini dinlemekten sıkılmıştı çoğunluk. Aynı zamanda yeni gelenler, yerlilere benzemiyordu. Beyaz olmamalarının yanı sıra, doymak nedir bilmeyen, temizlikten haberi olmayan, düzgün yazamayan, konuşamayan dünyayı hâlâ yuvarlak zanneden bir topluluktu. Ayrıca sürekli yavruları oluyordu, ağılın nüfusu katlanarak artarken artık koyun başına bir tutam ot anca düşüyordu. Tabi bu kıtlıktan bazı koyunların haberi yoktu, daha doğrusu vardı ama onlar her nasılsa geri kalanlar açlıktan ölürken günde dört öğün yiyorlardı. O oturum başkanı yok mu o oturum başkanı, o elma bile yerdi tatlı olarak. Bütün bu zenginlik ve ziyafetin nereden geldiği de ayrı bir tartışma konusuydu. Her ne kadar kuzular Sakallı’nın ot sakladığını, hatta ticaret yaptığını ve bunları fahiş fiyatlarla sattığını söylese de kimse ne onları dinliyor ne de dediklerine önem veriyordu. Şu an dürüstlük pek de önemli bir meziyet değildi. Eğer bir koyun, herkesi yalanlarına inandırabiliyorsa ve iyi bir tüccarsa, pek böyle erdemlere bakılmıyordu. Sonuçta yüzyıl değişmişti ve böyle özellikler, ancak filmlerde veya saçma sapan kitaplarda işe yarardı.

Bir Şubat sabahıydı ki, yerlerinde duramayan kuzular, Alacalı’nın canına tak etti. Sürekli Sakallı’nın “gizli ot deposu”nu göstermek için dibinde hopluyorlardı. Bu zırvalıklardan bıkmıştı ama ne yapsındı, küçük beyaz ve yumuşacık tüy yumaklarına evet demek zorunda kalmıştı. Küçük ama hızlı ve aceleci adımlarla bu cingöz yeni kuşağın sıçrayışlarını takip etti. Onu, Çoban’ın yattığı kulübenin az gerisindeki bir çalılığa götürdüler.

Alacalı, gördükleriyle pek hayret içinde kalmamıştı, zaten o yaşlı koyunun ne kadar kokuşmuş ve sahtekâr olduğunu biliyordu. Evet, ama bunları halka kim anlatacaktı ki, kimse zaten zor aldıkları bir tutam ottan olmak istemezdi.

Tabi bu, yani bu yasalara aykırı keşfin bütün ağılda duyulması, insanları ve yapacaklarını tanımada neredeyse bir uzman olmuş Alacalı’nın elinde olan bir şey değildi, sonuçta kimse bu kadar küçük çocukların ağzını tutamazdı. Bir örümcek ağı gibi yayıldı bu gizli operasyonun haberi ağıla. Hiçbir bilinçli koyun mutlu olmamıştı Alacalı’nın bu ihanetini duyduklarında. Onlara göre bu kadar iyi bir lider bulmak günümüzün koşullarında imkânsızdı ve bu ihanet, en kötü şekilde cezalandırılmalıydı. Zaten Sakallı harekete geçmeden, kraldan çok kralcı sürü, o Şubat gecesi, onlardan daha fazla şey görmüş olanın üzerine çullandılar.

Ve koyunların etçil hatta vahşi hayvanlar olabileceğini o zaman öğrendi insanlık.

O sabah, Çoban, ağılın kapısını açmaya geliyordu, arkasında turuncu güneş ve açık yeşil dağlar, tepeler…