ANILARIN IŞIĞINDA

GÜLCE SUNE

Aydın Başak Koleji

 

Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Rüzgâr, dallardaki sarı ellerin elvedası için eserek onları bu ayrılık için cesaretlendiriyor, uğultulu ve ıslıklı bir melodi ile hüzünlü bir fon oluşturuyordu. Güneş mahcup bir edayla bir görünüp bir kayboluyordu.  Hava kararmak üzereydi, gözlerim uzağı iyi seçemiyordu. Telaşlı bir akşamüstü koşuşturması, araçların sabırsız korna sesleri duyulmaya başlamıştı. Birden aklıma Can geldi. Az sonra okuldan gelecekti. Hava gittikçe kararıyordu. Her gün geldiği köşenin dönüş yerinde bir çukur vardı. Karanlıkta görmez düşerse diye endişeye kapıldım. Gerçi geçen sene karşı tarafta yere sırt üstü düştüğünü ve ters dönmüş bir kaplumbağa gibi ayakları ve kolları ile kalkmaya çabalamasını izlerken bir hayli güldüğümü unutmuş da değilim hani. Ama yine de istemem tabi ki düşmesini. Geçenlerde Fahri amca pazardan gelirken o çukura basmış ve ansızın yere kapaklanmıştı. Elindeki pazar çantasından fırlayan meyvelerin, teneffüse çıkan ilkokul çocukları gibi sağa sola kaçıştıklarını görmüştüm. Nelere şahit olmadım ki burada, düğünler de gördüm, cenazeler de kazalar da benim yokluğumda soyulmuştu Sarraf Hamit’in dükkânı. Sabahında kaldırım kenarına çökmüş, öksüz bir çocuk gibi hıçkırarak ağladığını hiç unutamam, Kazak Apartmanı’ndaki yangında can vermişti bir aile. Bir keresinde Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında stadyuma inecek paraşütçü rüzgârın azizliğiyle sokağın ortasına inmişti. O kadar elektrik teli arasından nasıl kazasız belasız indiğini, Berber Asım’ın piyangodan para çıkınca sokakta deliler gibi koşmasını, şampiyonluk kutlamalarını ve konvoyları, daha neler neler… Kırk yıldır buradayım. Tabi ki insanlar değişiyor, nesiller değişiyor. En çok da sokakta bilye, dokuz kiremit, yakar top, körebe oynayan, ip atlayan çocukları özlüyorum, artık yoklar, yeni neslin evlerinde bilgisayar başlarında olduklarını biliyorum ve benim şahit olduğum güzellikleri görmedikleri için onlar adına da üzülüyorum.

Ben ise kendimce eğleniyorum. Mesela geceleri en çok keyif aldığım olay,  karşıdaki ilkokulun bahçesindeki bayrağı izlemek. Geceleri rüzgârda kırmızı ve beyazın dansı o kadar hoşuma gidiyor ki yıldızın kalp atışı gibi öne fırlamasını, hilalin kollarıyla yıldızı sararak sakinleştirmesini ve ikisini keyifle seyreden kırmızıyı izlemek. Direkteki ip kopsa, kırmızı beyaz bir kartal gibi gökyüzüne havalanacaktı sanki. Geceleri uzak yıldızları gökyüzünü izleyerek geçiriyorum. Yalnız da sayılmam hani, size bir sır vereyim mi? Benim onlarca, yüzlerce hatta binlerce arkadaşım var. Her gece sabaha kadar laflarız. Aramızdaki enerji hiç bitmiyor. Bağlılığımız çok fazla, arada dedikodu da yapmıyor değiliz. Aynı daldan dala zıplayan sincap gibi haberler uçuşuyor havada. Geçenlerde bir arkadaşı emekliye ayırmışlar. Aslında çok çalışmak istiyormuş. Benim kırk yılı devirdiğim düşünülürse kaygılanmıyor da değilim. Aslında gözlüklerim değişse kırk yıl daha bana mısın demem. Emekli arkadaşı anlattılar. Tek başına, soğuk, karanlık ve rutubetli bir yerde kalıyormuş. Üzüntüden yüzünde kahverengi ve sarımtırak pulcuklar oluşmuş. Duyunca ürperdim, ben öyle bir halde ne yaparım düşünmek bile istemiyorum. Çok uzak diyarlardan dostlarımızda var. Geçenlerde Suriye’den bir arkadaşımla görüştük. Hemen önünde patlayan bir bomba birçok insanın ölümüne sebep olmuş. İçlerinde çocuklarda varmış. Afrika’dan birkaç arkadaşta şahit oldukları yoksulluk görüntülerini anlatıyorlar. Açlık ve hastalıkla boğuşan insanların manzaralarını üzülerek ve içimiz titreyerek dinliyoruz.  Tabi ki eğlenceli olayları anlatan dostlarımız da var, lunaparkta çocukların nasıl eğlendiğini, festivallerde insanların nasıl coştuklarını anlattıklarında, neredeyse görmüş kadar oluyoruz.

Kaç yıl geçti aradan. Gözüm hala arıyor köşe başındaki ahşap konağı. Tabi ki şu an yerinde yok. Fikri Beylerin konağıydı. İki katlı, geniş avlulu, işlemeli kocaman ahşap kapısı ve kırmızı tuğladan yüksek duvarları ile bakmaya doyamazdım. Bahçesinde şehrin önde gelen ahalisi Fikri Bey’i ziyarete gelir, gece geç saatlere kadar ud ve cümbüş sesi ile sokak yankılanırdı. Cumhuriyet Bayramlarında konağın bütün ışıkları sabaha kadar açık bırakılır. Duvarların üzerine konan mumluluklar geç saatlere kadar yakılırdı. Sokaktaki tüm evler ahşap ve kesme taştan yapılmıştı. Şimdi mi!  Hiçbirisi kalmadı. Birçok değerimizi koruyamadığımız gibi o güzelim evleri de koruyamadık, ufukta kaybolan gemi misali hepsi gözlerimin önünden usulca tarihe aktılar. Geçenlerde Belçika’dan bir arkadaş söyledi; sokaklarında üç yüz, dört yüz yıllık evler hala duruyormuş. Eski evlerin yerlerinde şimdi sekiz on katlı evler, hepsi sefertası gibi üst üste dizilmiş. Yanlarında kendimi ben bile cüce gibi hissediyorum. Sanki üstüme üstüme geliyor bu yüksek beton duvarlar, güzellikten uzak gri çirkin çatılarında onlarca leylek bacağı gibi duran antenler ve bu kadar evin ısınmak için kara büyü gibi ortaya saldığı zehirli dumanlar.

Neyse yine çok gevezelik ettim bu gece. İşte sabah ezanı da o büyülü ve huzur veren edasıyla başladı. Bu aynı zamanda uyuma vaktimin yaklaştığına işarettir. Gözlerim yorulmuştu, sabaha kadar yere düşen yağmur tanelerinin ışıkla dansını izlemekten.  Gece boyu yağmur ince ince yağmaya devam etmiş, gecenin sessizliğinde kimseler yokken hamarat bir ev kadını gibi arabaları, evleri, yolları bir güzel yıkamıştı. Aniden ortalık beni kıskandıracak derecede aydınlandı. Bu az sonra düşecek bir yıldırımın habercisiydi. Sonrasında ani bir gök gürlemesi ve ardından yüksek sesli metalik bir patlamayı andıran korkunç bir ses. Eyvah, Ayça yine çok korkacak! Küçüklüğünden beri tanırım Ayça’yı şimşek çaktığı zaman çok korkar. Minicik elleriyle uzanır camın kenarına dışarı bakardı. Küçücük gözleri karanlıkta parlayan iki yıldız gibiydi. Ayça yine aynı şeyi yapacaktı. Döndüm ve Ayça’ya baktım. Pencereden bana bakıyordu. Göz göze geldik bir an. Yarı uykulu halde korktuğunu buradan anlayabiliyordum. Kalp atışlarını da hissediyordum aslında. Elimde olsa ayağıma gömülü bu betonu tuz buz edip gökyüzüne süzülüp beyaz bir güvercin gibi yanına konup Ayça’ya, korkma Ayça ben buradayım demek isterdim. Tam bu anda Ayça’nın annesinin arkasında belirdiğini gördüm. “Korkma Ayça, ben buradayım.” diyordu o da. Benim söyleyemediğimi o söylüyordu. İşte bunlar benim hem mutlu hem hüzünlü hikâyelerim. Yani benim, eski bir sokak lambasının hikâyeleri.