DENİZİ GÖRDÜM

BİLGE ADIM

İÇEL KOLEJİ

 

 

Beyaz dantelli elbisemin üstündeki kurumuş kanı, tırnağımla kazımaya çalışırken bir yandan da eskimiş büfeyi inceliyordum. Deri bir kabın içinde eski bir fotoğraf makinesi, ağzı kırılmış kahve fincanları, gümüş bir tepsi, eski bir çerçevede siyah beyaz çok eski bir aile fotoğrafı ve bol miktarda elle örülmüş dantel, yer yer soyulmuş cam büfenin içine büyük bir özenle yerleştirilmişti. Konuya yoğunlaşmam için beni bir kez daha uyaran anneme gözlerimi devirerek baktım.

Annem görmesin diye büyük bir çaba harcadığım yaralı dizimi bir hanım kız edasıyla kollarımla çevirmiştim. Annem bu hanım hanımcık imajımdan hoşlanmış olacak ki dizim üstünde birbirine kenetlenmiş olan ellerim üzerinde yoğunlaşan bakışları biraz olsun yumuşadı. Bir erkek çocuğu olmadığım hakkında bir şeyler zırvalıyordu. Büyük bir özenle toplayıp üstüne sevimli beyaz kurdeleler yerleştirdiği taranmış saçlarımın şu anki halini bana belki bir beşinci kez daha usanmaksızın betimledi. Konuşma sırasında gözlerimiz buluştuğunda keskin bakışlarını “Biliyorum anne, tamam anne, peki anne…” gibi bazı kısa onaylama cümleleriyle savuşturuyordum.

Artık on yaşında kocaman bir kız olduğumdan ve davranışlarıma dikkat etmem gerektiğinden bahsediyordu. Bense yüzümde suçluluk dolu sevimli; ama bir o kadar da sahte bir gülümsemeyle söylediği her kelimeyi içten bir görüntüyle onaylıyordum. En sonunda beni ikna ettiğini düşünüp iki üç kez tekrarladığı bu uzun konuşmaya bir son vererek dışarıda ‘kız’ -bu sözcüğü özellikle vurgulamıştı- arkadaşlarımla oynayabileceğimi söyledi. Dizimdeki yarayı göremeyeceği kadar çevik bir hareketle ayağa kalkıp ağır venge rengi ahşap kapıyı itip arkama bakmaksızın ikizlerle buluşma yerimiz olan büyük çınarın altına koşmaya başladım. Kim bilir şimdi ikizler gelmiş, benim geç kaldığımı görünce annemin dışarı çıkmama izin vermediğini düşünüp çınarın altından çoktan ayrılmışlardır, diye içten içe söyleniyordum. Hep o salak köpek yüzünden! Çınarın altına vardığımda büyük bir hayal kırıklığıyla ikizlerin orada olmadıklarını fark ettim. Suratım düşmüş, büyük yaşlı çınarın gölgesinde oturdum. Elimde çınarın döktüğü tam sararmamış yapraklar boyuna onları parçalıyor; bir yandan da hayaller kuruyor, düşünüyordum. Kimileri on yaşındaki bir çocuğa göre bu kadar düşünceli olmak için çok küçük olduğumu, kimileri de on yaşındaki bir genç kıza göre böyle çocuksu davranmak için artık büyüdüğümü söylüyor. Sonra sıkılıyorum, Fatma Teyze’den korktuğum gerçeğini yok sayıp ikizlerin evine koşuyorum. Evlerinin balkonlarının önüne geçiyor avazım çıkarcasına onların isimlerini bağırıyorum. “Emir! Emre!”…  Fatma teyze çıkıyor balkona, beni görmekten memnun olmadığını saklamaya bile ihtiyaç duymadan sert soruyor “ Ne oldu Dilek! Bu ne gürültü!” Ben kararmış beyaz sandaletlerime bakıp mırıldanırcasına, utangaç soruyorum. “ Fatma teyze Emir ve Emre aşağı inebilirler mi acaba?” gözlerimi gözlerine dikiyor, olabildiğince sevimli ve aklı başında bir bakış atıyorum Fatma teyzeye.

Fatma teyze oğullarının benim gibi ‘yaramaz’ bir kızla arkadaş olmalarından zaten memnun değil, onaylamaz bir biçimde başını sallıyor: “Yavrum daha yarım saat önce oynamak için aşağı indiler; ama sonra hemen geri döndüler. Bırak bari çocuklar bugün dinlensin.” Ben bu sırada ayağımla toprağı boyuna deşeliyorum. “Bari aşağı inseler de konuşsak.” Fatma teyze gözlerini deviriyor sonra isteksizce Emir ve Emre’yi çağırıyor. Evde bir anda bir hareketlenmedir başlıyor, Emir başını balkondaki paslı parmaklıklardan sokup önce bana bakıyor, sonra yüzünde koca bir gülücük gerisin geri evin içine giriyor. Birkaç dakika sonra evin eskimiş reklam kâğıtlarıyla kaplı demir kapısı açılıyor, ikizler kahkahalarla yanıma geliyorlar. Düşünceli halimi bir yana bırakıp ben de onlarla gülüşmeye, onlar gibi bağırıp çağırmaya başlıyorum. Fatma teyze arada sırada başını balkondan uzatıp bizi kontrol ediyor; ancak onun gözlerinden de anlıyorum ki o da bizim neşemize ortak oluyor. Yazlıktan gelişlerini kutluyoruz. Ben onlara mahallenin köpeği Miço’nun yaptıklarını anlatıyorum onlarsa bana ‘deniz’i. Yazlıktan her dönüşlerinde onlara saatlerce denizi anlattırırım. Hiç görmediğim bu büyülüğü, güzelliği aklımda canlandırmaya çalışır; ancak gördüğüm en büyük su birikintisi büyük çınarın birkaç yüz metre ötesindeki yarı kurumuş dere olduğundan sonsuz, masmavi bir su birikintisini asla aklım almaz. Bu yüzdendir ki denize tutkunum. Belki de tutkunu olduğum deniz değil, denizin hayali… Uçsuz bucaksız mavilikte turuncu eski bir kayıkla açılma hayali belki de benim tutkum. “Deniz” diyorum “Peki ya deniz?” İkizler kararlı cevap veriyorlar “Bir gün seni oraya götüreceğiz.” Hülyalı yanıtlıyorum “Denize…” Sonra konuşmaktan sıkılıp evlerinin önündeki asma ağacından olmamış üzümler koparıp üzüm savaşı yapıyoruz. Emre, bir anda oynamayı bırakıyor. Kulağıma fısıldıyor “Denize giden yolu biliyorum.” Gözlerim büyüyor. “Beni götürebilir misin?” diyorum. “Yarın” diyor “Yarın, yanına almak istediklerini topla ve gel. Emir ve ben seni götürebiliriz. Sabah kimse uyanmadan çınarın altında buluşuruz. Sonra Hüseyin amcanın bahçesinden sepete biraz kiraz toplar yola koyuluruz.” “Tamam” diye fısıldayabiliyorum sadece. Sonra el sallayıp yanlarından ayrılıyorum; çünkü üçümüz de biliyoruz ki kafamızda deniz oldukça başka bir şeyle ilgilenmemiz olanaksız. Annelerimiz uyanmadan denizi görüp dönebileceğimiz düşüncesiyle içimiz rahat. Eve varıyorum. Kimseye bir şeycik söylemeden çamaşır suyu kokulu yastığıma başımı koyuyor, denizi hayal ediyorum. Sonra zaman su gibi akıp geçiyor… Ne zaman uyandık, çınarın altına vardık, ne zaman Hüseyin amcanın kirazlarını çaldık hiç anımsamıyorum… Ama hala yürüyoruz. Annemler şimdi uyanmıştır, diyorum. Şimdi her yerde fellik fellik beni arıyorlardır. Yine de itiraz etmeden yürümeye devam ediyorum. Emre’yle Emir kaybettiğimiz zamandan habersiz, son kalan kiraz için kıyasıya mücadele ediyorlar. Saatlerce yürüyoruz, hepimiz bitap düşmüşüz, ikizler bana karşı biraz mahcuplar. Artık ayaklarımızı yerde sürüyoruz, biraz daha dayanmak için her adımda kendimizle savaşıyoruz. İstesek bulunduğumuz yere çöker, biraz dinleniriz; ama üçümüz de denizi kaçırmaktan korkuyoruz.

Tam o sırada gözüm uzaklarda bir yere takılıyor. Uçsuz bucaksız, aynı hayalimdeki gibi… İkizlerin söylediği gibi mavi değil; ama beni mutluluktan uçurtacak kadar sonsuz… İşte diyorum deniz! Gördüm, ben de denizi gördüm. İkizler kısa, tırnaklarının içine toprak kaçmış, titreyen parmaklarımın işaret ettiği geniş alana bakakalıyorlar. Benim mutluluğum bastırılamayacak kadar büyük. Sanki neşeyi kucaklıyorum. Neşe de gönlümdeki deniz olmuş. Gönlüm genişledikçe genişliyor. İkizler, birbirlerine bakıyorlar ve bir tebessümle başlarını sallıyorlar. Tek söz etmeden birbirlerini anlıyorlar. Gördüğümün deniz değil, sadece geniş bir buğday tarlası olduğunu bana söylemeyecekler…