ÖLENE KADAR BÜYÜMEK

SELİN BIYIKLIOĞLU

 İzmir Turk Koleji

 

Ben hayata ağır aksak adımlarla başladım. Küçüktüm, küçücük... Her şeyi yeni görmeye başlamıştım. Annemi yeni fark etmiştim mesela. Köşedeki bakkal amca yeniydi benim için. Hatta dünya da yeniydi. Benimle başlamıştı sanki her şey, etrafımı gördüğüm an başlamıştı geri sayım. Ruhumun frekansı, düzensiz çığlıkları yavaş yavaş şiddetleniyordu. Hayat, ucu sivri iğnelerini batırıyordu uçan balondan farkı olmayan bana.

İlk adımlarımı atmadan koşamayacağım gibi, ilk acımı çekmeden önce de ağlamamıştım. Oyuncak bebeğim; oyun oynadığım küçük, şehir balkonumuzdan düşmüştü nasıl olduysa. Sonrası ise bir çorba kadar karışık. Bağırmaya başlamıştım. Hani dedim ya ruhumun çığlıkları diye, işte onlardı feryatlarım. Anımsıyorum. Annem koşarak aşağıya inmişti ama bebeğim büyük şehrin küçük beyinli şoförleri tarafından acımasızca katledilmişti. İlk acımdı işte bu. Ben, o bebeğe diğerlerine baktığım gibi bakmazdım. Diğerlerini sevdiğim gibi sevmezdim onu. Baba özlemimi, o bebeğe hem annelik hem de babalık yaparak gideriyordum. Kısacası büyüyordum.

Sonra mavi önlük girdi hayatıma. Daha da büyüdüm. Elime kalem verdiler, kolumun altına kitap sıkıştırdılar. Sırtımda kocaman pembe çantam, ayağımda kırmızı rugan ayakkabılarım, yine büyüdüm. Yıllar boyunca annemden asla ayrılmamıştım; o üç katlı, kocaman sınıfları olan bina ve içindeki güler yüzlü insanlar ayırdı bizi. Biraz daha büyüdüm. 

Sonra birden, nasıl olduğunu anlayamadığım bir anda “liseli” dediler bana. Sanırım yine büyümüştüm. Büyümüştüm ama arkadaşlarımdan uzakta, bahçenin bir kenarında, boynu bükük bir papatya gibi... Onlar beni hiçbir zaman aralarına almadılar. Ben de onlarla yakınlaşmak için hiçbir şey yapmadım.

Önüme kocaman bir sınav koydular. “ Hayatını istediğin gibi şekillendirmek istiyorsan bizim istediğimiz notu alacaksın.” dediler.  Büyüdüm ama boynuma sarılan eller beni çekiştirdiği için büyüdüm.

Görkemli kapısı olan bir okuldan içeri sırtımdan iteklediler. Tanışacakmışım hayatımın erkeğiyle burada, öyle dedi herkes. İnanmadım ilk başta, onu görene dek. Onun ruhunun kapılarını tıklattığım an, daha önce hiç büyümediğim kadar büyüdüm.

Bir sabah annem bana cüppe dedikleri kaygan kumaştan, çuvaldan farksız bir şey giydirdi. Başıma da asla doğru düzgün yerinde durmayan üst tarafı dörtgen bir şey taktılar. Ona da “kep” diyorlarmış. Elime yuvarlanmış, silindir şeklini almış bir kağıt verdiler. Lazım olacakmış hayatım boyunca. Yanımda taşımalıymışım hep. Bence o kadar da önemli değildi. Yanımda olmasını istediğim tek şey oydu. Sonra başımızdaki dörtgenleri gökyüzüne fırlattık. “Oh!” demiştim bağırarak. Sonunda kurtulmuştum ya o gereksiz dörtgenden, mezun olmuşum ya da  olmamışım önemli değildi.

Bir gün, onunla yemekteydik, ayağa kalktı aniden. Sonra, sanki zeybek oynuyormuş gibi çöküverdi yere, dizlerinin üstüne. Cebinden bir kutu çıkardı; dışı kırmızı, avuca sığacak kadar küçük. “Aile kuralım, beraber yaşayalım, yaşlanalım.” dedi. Bilemedim bir an. Aile ne demek onu anlamamıştım ki o yaşıma kadar. Yine de onu sevdiğim tarafım, kalp dedikleri şey fısıldadı kulağıma vereceğim cevabı: “Evet!” Sonra kutudaki yüzüğü parmağıma geçirdi. Ufacık yüzük, parmağımı ağırlaştırmıştı sanki. İşte o ağırlığı taşımak için biraz daha büyüdüm.

 

Bir sürü alışveriş yapıldı, ev bakıldı, beyaz ağır elbiseler alındı. Benim içindi bunların hepsi. İlk defa bu kadar  “ben” olmuştum. Sonra, o gün geldi. Kocaman bir bahçe; büyük küçük herkes, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Korktum. Kaçmak istedim. Ama ne olursa olsun o bahçeden girdiğim an, yine büyüdüm. Anlamadığım şeyler söylettirdiler bana. Kollarımdan tutup dans ettirdiler. Hepsine uydum. Bir elimde o varken, öbür elimi kesip atmaya razıydım çünkü. 

Birkaç yıl geçti öylesine, kendi evimde, kendi mutfağımda. O evde her şey benimdi. Buna da alışmak zor olmuştu başta, ama her şey gibi zaman alıştırmıştı yine beni buna.

Bir gün ne olduysa midem bulandı, dünya misali başım döndü, yere oturdum ve gözlerimi kapattım. Birden etraf, kapkaranlık oldu. Gözlerimi açtığımda bembeyaz bir odadaydım. Ağzını kocaman açmış bana gülüyordu o. Ben de güldüm. Ne olduğunu anlamamıştım, ama o güldüyse ben de gülebilirdim. Elleri, ellerimi buldu. Tek bir kelime döküldü, o çok sevdiğim dudaklarından: “Bebek.”

Aklım hemen o bebeğe gitti. Balkondan düşürdüğüm. Yine bir bebeğim olacaktı demek.

Karnım büyüyordu gittikçe. İlk başta kilo alıyorum zannettim ama sonra bir şey karnıma vurmaya başladı. Etrafıma bakındım. Kimse yoktu. Bir daha hissettim. Bebek...

Bir gece aniden uyandım. Karnım patlayacaktı sanki. Beni kucağına aldı, hastaneye götürdü. Sonrası yine bir çorba kadar karışık. Beyaz gömlekli, sert bakışlı adamlar, ellerinde iğnelerle kadınlar, benim gibi ağlayıp sızlayanlar... Benden bir sürü vardı orada. İlk defa yalnız hissetmedim kendimi. Sonra beni boş bir odaya aldılar. Yine yalnızlık... O geldi, elimi tuttu. Gülümsedi. Gülümseyemedim. Canım yanıyordu çünkü. Bir sürü insan girdi odaya.  Beni her şeyin yeşil olduğu kocaman başka  bir odaya aldıla. Elime bir şey batırdılar. Sonrası yine karanlık.

Uykudan uyanır gibi uyandım. Gözlerimi açar açmaz kucağıma bir şey bıraktılar. Bebek...

Küçüklüğümdeki gibi. Önce öptüm. Gerçek gibi hissettirdi. Eskisini öptüğümde kötü bir tat alıyordum. Sonra kokladım. Dünyadaki güzel kokan her şeyin karışımı gibiydi. Birden gözlerim yanmaya başladı. Gördüğüm her şey bulanıklaştı. Gözlerimden akan ufacık bir damla, yere düştüğünde yine büyüdüm.

Ömrüm boyunca hep büyüdüm ben. Diğer herkes gibi. Kuşlar gibi,ağaçlar gibi, kalp gibi, sizler gibi…