“SATRANÇ”

AYŞEGÜL YÖRÜKOĞLU  (Yaş: 12)

Özel Antalya Koleji

 

 

Hava buz soğuğundaydı. Şiddetli bir yağmur yağıyordu. Islak bir şekilde ahşap döşenmiş salonun tahtalarına ayak bastım. Yavaş yavaş odamın halısını sürüyerek, yatağımın üstüne kendimi attım. Islak kıyafetlerimi çıkardım. Işığı kapattım. Gözlerimi kapattım...

 

Güzel bir bahçe vardı önümde. Ortada büyük bir meşe vardı. Büyük muazzam bir dalında güzel tahta bir salıncak duruyordu. Yanında güzel bir şelale akıyor, etrafta çeşitli kuşlar ötüyordu. Sadece şırıltılar ve ötüşler vardı... “AAA!” Ama sesleri yırtıp geçen bir çığlık duyuldu. Bir kadın salıncağın üstüne oturdu. Üstünde siyah ve yırtık bir elbise vardı. Etrafı gök gürültüleri sardı. Kadının ağzı açıldı. Bana doğru geldi. Siyah dudakları açıldı. Uzun siyah tırnaklı ellerini uzattı. Kabul etmeli miydim? Ettim. Nedense kötü görünmesine karşın, ona güvendim. Ellerimi, soğuk ellerine tutuşturdum. Beni, korkunç çam ağaçlarının sardığı bir orman yolundan, daha demin tertemiz suyunun aktığı şelalenin en üstüne çıkardı. Oradan aşağıya, tarihi yazıların kazındığı taşlarla döşenmiş bir merdiven iniyordu. Onun sonunda şelalenin şimdiki balçık suyunun aktığı yerin ortasında bulunan bir mağara vardı. Beni oraya indirdi. Orada taştan bir oyun masası ve iki sandalye bulunuyordu. Beni sandalyenin birine oturttu. Biliyordum bu oyunu. Tabii ki dünya versiyonunu. Bu satrançtı. Ama buranın zamanı, kuralları ve satranç taşları farklıydı. Zaman yok!... Kural yok!... Satranç taşlarının içinde iki kale yerine iki kuş taşı, iki fil yerine iki şelale taşı, iki at yerine iki ağaç taşı, bir vezir yerine bir müzik notası taşı ve de bir şah yerine bir insan vardı. Piyonlar ise halk taşıydı. Kadın karşıma geçti. Dakikalar hızla geçti. Yenildim... Bir anda kadın ağlamaya başladı. Satrançta çok iyiydi. Felaket derecede iyiydi...

 

Bir an bunun bir rüya olduğunu anladım. Uyanınca, hemen telefon çaldı:

-       Alo?

-       Sezgi Nuray siz misiniz?

-       Evet?

-       Teyzeniz şu an Doğu Kanadındaki HUZUR HASTAHANESİ’nde yoğun bakımda. Lütfen sakin olun...

-       Ne?...

Hızla montumu ve bisikletimi aldım. HUZUR HASTAHANESİ’ne gittim. Annemle babamı, yoğun bakım kapısının önünde gördüm...

 

Üç saat bekledik. Zaman hiç geçmiyordu sanki. Kafamı koltuğa koydum. Bir an dalgınlıkla uyumuşum.

Yine o kadın çıktı karşıma. Oyun masasının önünde hala ağlıyordu. Beni gördü ve gözlerini sildi. Sırıttı. Oyuna başlamayı teklif ettim. Sevindi. Bu sefer bir azimle oynatıyordum taşları. Her birini uzun uzun düşünerek kıpırdatıyordum. Nihayet oyun bitti. Az farkla ben kazanmıştım. Kadın çok sevindi. Benimle tokalaştı. Ve sonra yok olup, gitti.

 

Dışarıya çıktım. Şelale ilk gördüğüm halindeydi. Kuşlar ötüyordu. Her şey eskisi gibiydi. Bu benim sanki en önemli zaferimdi:

-       Sezgi kızım. Uyan!

-       Ne? Baba ne oldu. Teyzem iyi mi?

-       Evet. Kızım teyzeni kaybetmiştik. Ama bir elektro şokla onu hayata geri döndürdük.

-       Peki, onun yanına gidebilir miyim?

-       Elbette.

 

Teyzemin bulunduğu odaya girdim, birlikte sohbet ettik. Biliyor musunuz?

İlginç bir olay oldu. Teyzem, kendini hayata döndürme azmini, rüyasındaki küçük bir kızla, satranç oynayarak öğrenmiş...