KİBİRLİ BİR KÜÇÜKHANIM

“Size her bayram gelirdik,” dedi Levent. “Babam akrabaları içinde en çok büyük halasını severdi. O yüzden bayram ziyaretlerine hep anneannenden başlardık.”

Şimdi oturmuş bu güzel yaz akşamının tadını çıkarmak varken, bayram ziyaretlerini anımsamak, “Neydi o eski bayramlar!” muhabbetine girmek hiç mi hiç gelmiyor içimden. İyi de ne konuşacağız Levent’le? Yıllarca görüşmemişiz. Onun yanında benim ilk kez gördüğüm karısı, benim yanımda, Levent’in “Enişte, enişte” diye diye zorla yakınlık kurmaya çalıştığı kocam. Gerçi çocukken de pek arkadaşlık etmişliğimiz yoktu Levent’le. Bayramdan bayrama görüşmeyle arkadaş mı olunurmuş? Sonra o bayram görüşmeleri de bitti. Yollarımız tümden ayrıldı, uzaklaştı birbirinden. Birkaç telefon görüşmesi, birkaç elektronik haberleşme sayılmazsa bu bayrama kadar da kesişmedi bir daha. Başka başka şehirlerde yaşadık, başka başka şehirlerde yaşlandık. İkimiz de bayramı, çocukluğumuzun geçtiği bu sahil kasabasında geçireceğimizi, demek ki görüşme olanağı bulabileceğimizi fark etmesek görüşeceğimiz de yoktu. Madem bayramda buradayız, görüşelim bari, dedik. Dedik de araya girebilecek uzun suskunlukları pek hesaba katmamışız Ben karısının yerinde olsam sıkıntıdan patlamıştım şimdi. Eşime bakıyorum. Konuşacak konu arıyor; ama pek bulamıyor galiba. Biz çocukluğumuzdan birtakım kırıntıları anımsamaya, anımsayarak yeniden yaşamımıza katmaya çalışırken onlar utangaç utangaç birbirilerini süzüp duruyorlar. Başka ne yapsınlar? Buraya yabancı, birbirilerine yabancı, bizim anılarımıza yabancı... Bizim durumumuz da farklı değil.
Hatır sormalar bitti, çocuklar konuşuldu; akrabalardan yaşayanların kulakları çınlatıldı, ölenlere rahmet gönderildi; şimdi ne konuşulacak?

İnsan çocukluğunu bulsa bulsa bir başkasının zihninde kalan anı kırıntılarında bulabilirmiş. Levent’te bu kadar kırıntı bulacağımı sanmıyordum doğrusu. Atmamış, biriktirmiş çocukluğunu. Özlemle anımsıyor; anımsarken gözleri parlıyor. Oysa ben daha çok, yıllar Levent’ten ne almış, vermişse ne vermiş, bunları görmek için heveslenmiştim bu buluşmaya. Kuzense kuzen de yıllar boyu görüşmemiş; görüşmek ne, hiç karşılaşmamış insanlar bir araya geldiklerinde bıraktıkları yerden başlayamıyorlarmış meğer. Yaşamlarımızın çakıştığı tek ortak nokta çocukluk olduğuna göre o günlere dönmeye çalışılacak, o unutulmaz çocukluk coşkusu yeniden köpürtülecek. Aman aman, herkes de nasıl bayılır çocukluğunu özlemle anımsamaya! Herkesin çocukluğuna dönmek istemesi şart mıdır?

Levent’e bakıyorum. Anneannemi ziyarete geldikleri bayramlardan söz ederken sanki yaşıyor o günleri. Karısı, anlayışlı bir sevecenlikle süzüyor Levent’i. Öyle ya, kocasının sevinç dolu çocukluk günlerine dönmeye hakkı var. Anımsayacağı her ayrıntıyı, anlatacağı her olayı yapmacık bir heyecanla dinlemeye hazır. “Anlat kocacığım, anlat açılırsın.” diyen gözlerle, her anıya kafa sallamaya hazır bekliyor. Popüler bir ezgiyle çalan cep telefonunu, kocasının anımsama heyecanına gölge düşürmekten kaçınarak büyük bir dikkatle çıkarıyor çantasından. Sesini alçaltmayla yetinmeyip eliyle ağzını kapatarak konuşuyor. Oğluymuş arayan. Ne zaman döneceklerini soruyordur herhalde. Belki de “Nereden çıktı bu akraba ziyareti? Biz tatil yapmaya gelmedik mi buraya?” diyordur. Sakinleştirmeye, gönül almaya ayarlı bir sesle konuşuyor annesi. “Saat veremem, yakında döneriz.” diyor. Aklı kocasında ve bizdeymiş de bu telefon münasebetsizlik etmiş gibi bir hoşnutsuzlukla atıyor çantasına telefonu.

Cep telefonunun hayal bile edilmediği zamanlardı. Telefonlu tek evin bulunduğu mahalle şanslı sayılırdı. Özlediğiniz birileri varsa kalkar giderdiniz; haber vermek gerekmezdi. Çok sık görüşmeyen akrabalar da bayramlarda görüşürlerdi. Leventlerle görüşmeler böyleydi işte. Söylediği gibi, her bayram gelirlerdi gerçekten. “Çamlık’ta oturuyorlar, sık sık gelemezler.” derdi anneannem; toz kondurmazdı onlara; ama benim zihnimdeki karşılıkları hep aynıydı: “anneannemin zengin akrabaları”. Kurban bayramlarında en büyük parça et onlardan gelirdi. Erkeği olmayan bir evdi bizimki. Bir yaşlı kadın, biri çocuk, iki kız. En büyük sevap bizden kazanılırdı. Anneannemi de çok sevindirirdi kurban etleri. Dedem ölmüştü, dayım askerdeydi. Ne uzun sürerdi askerlikler o zaman. Askerlik dönüşü dayım hemen evlendi zaten. Her bayramın bir hafta öncesinden temizliğe başlanmasının nedeni hep Sami Beylerdi. Daha hatırlı bayram ziyaretçilerimiz yoktu çünkü. Bilirdik ki bayramda anneannemin elini öpmeye kimse gelmese karısını, oğlunu alıp Sami Bey gelir. Sanki bayramlarda ev ve biz, özel olarak Sami Beyler için hazırlanırdık.

Bayramın ilk günü anneannem, “Neredeyse misafirler gelecek, siz hâlâ yatıyorsunuz tembeller.” diye erkenden uyandırırdı bizi. Şimdi yinelendiğinde kulağa geldiği kadar sevimli gelmezdi bu “tembeller” lafı. Sevimli bir takılma değil, ciddi bir azarlamaydı çünkü. Anneannem sabahın köründe kalkmış, misafir odasını son kez gözden geçirip genelde bütün bayram ziyaretçileri için, özelde Sami Beyler için hazırlamış; kısaca, çalışkanlığını kanıtlamış olurdu. Uyandığımda gündeliğe hiç kullanılmayan, anneannemin camlı dolaplarda sakladığı kahve fincanlarını tepsiye dizilmiş bulurdum. Serpilecek kolonya, misafire tutulacak şeker, hepsi, bayramlık örtüsü serilmiş masanın üzerinde misafirleri beklemeye başlamış olurdu. Eğer teyzem benden önce kalkmışsa azarlama biraz daha sertleşirdi. Anneannem belki gelinlik yaşa gelmiş kızını aşağılamaya kıyamazdı, belki de beni daha eğitilebilir bir yaşta görür, bayramlık terbiyemi bu yolla vermeyi uygun bulurdu. Teyzem uyanmış, annesine yardıma başlamışken, ben hâlâ yatakta isem anneannem azarlama ile yetinmez; “bugün şekeri sen tutacaksın, kolonyayı sen dökeceksin, kahveyi sen yapacaksın.” diye ek bayram cezaları da verirdi. Kolonya ve şeker ikramı kolaydı; zaten benim görevim sayılırdı. Anneannem kaş göz işaretiyle sıranın onlara geldiğini anlatır, ben de kolonyayla şekeri kaptığım gibi görevimi yerine getirirdim. Kahve başka. “Kahve işi senin.” dediklerinde ödüm patlardı. Her fincanda köpüğü tutturacaksın; fincanları aynı hizada dolduracaksın. Bu sınavlardan geçtin mi? Sırada en zoru var: Sunmak. Konukların bakışları sende yoğunlaşmışken, elinde tepsiyle önlerinde eğileceksin, öyle tepsiyi yukarıda tutmak olmaz. Az şekerliyi, ortayı gösterip herkesin istediği kahveyi almasını bekleyeceksin. Tepsiye değil, konukların yüzüne bakacaksın; ama bakmadığın tepsinin dengede kalmasını, kahvelerin dökülmemesini sağlayacaksın. Bu arada ellerin de titremeyecek. Görücüler geldiğinde teyzemin yaşadığına benzer bir heyecan yaşardım. Kahve, evet, ağır bir cezaydı benim için. O yüzden kolonyayla şeker sırasını savdığımda soluğu sokakta alırdım. Böylece, hakkımda söylenenleri de duymamış olurdum.

Hakkımda konuşulmak istendiğinde çoğu zaman benim odadan çıkmam beklenmez; daha doğrusu orada olup olmadığım umursanmazdı. “Büyümüş maşallah.” derdi anneannemin bayramdan bayrama gelen konukları. Bana bakarak; ama orada değilmişim gibi söylerlerdi bunu. Anneannem de boynunu büker, “Doğan, büyüyor böyle. Vah gidene!” derdi. Bu son söz, annemin yerini asla tutamayacağım anlamına gelirdi ve bütün konuklar başlarını öne eğip sessizce katılırlardı bu yargıya. Kimi zaman da doğrudan bana sorulması gereken sorular, konuşma yeteneğim yokmuş gibi, yine anneanneme ya da teyzeme sorulurdu. ”Kaça gidiyor şimdi?” derdi birileri. “Dersleri iyi mi bari?” diye sorarlardı. Derslerimin durumu ya da hangi sınıfta okuduğum umurlarında bile değildi aslında; bilirdim. Gerçek bir meraktan dolayı sormazlardı ki bunları; ilgi gösteriyor olmak için böyle davranırlardı. Bu sözlerin benimle ilgili bir dikkatten kaynaklanmadığını; konukların ona, örtülü biçimde övgülerini sunmakta olduklarını anneannem sezerdi. Hoşlanırdı da bundan. Beni büyümüş bulmak, onu takdir etmek demekti. “Aferin kadına. Bak, kızının öksüzünü ortada bırakmadı. Şu yoksul haliyle sahip çıktı, aldı kanatlarının altına.” diye söze dökülen takdir duygularının başka sözcüklerle ifade edilmiş biçimiydi o sorular.

Biz de bilgisayarı yenilemek istiyormuşuz. Eşim, Levent’in karısıyla sohbet edecek bir konu bulmuş sonunda. Öyle miymiş? Yeni bilgisayar mı alacakmışız? Neyse. Böyle iyi. Onlar da bulsunlar aralarında konuşulacak bir şey. Bizim çocukluğumuzdan onlara ne!

“Biz geldik diye seni bazen sokaktan çağırırdı anneannen. ‘Gel bak, Leventler burada.’ diye haber verirdi.” diyor Levent. “Sen oyundan koparıldığına hiç memnun olmazdın. Gelirdin; ama pek konuşmazdın. Beni de oyun arkadaşlarınla tanıştırmanı beklerdim; ama sen teklif bile etmezdin.”

İşi pişkinliğe vurup, “Etmezdim, değil mi?” diyorum.

O zaman bilgisayar başında zaman geçirmezdi çocuklar. Dersler bitti mi soluğu sokakta alırdık. Hoş, bitiremediğimizde de bittiği yalanını söyleyip yine kaçardık sokağa. Sokak eğlenceydi, oyundu; yaşamın provasıydı. Bilgisayar oyunlarının değil, bilgisayarın kendisinin icat edilmesinden bile çok önceydi. Sokaklardan tek tük araba geçerdi. Bu yüzden çocuklar gönül rahatlığıyla sokakta oynamaya salınırdı. Şimdiki gibi değildi yaşam. Sanal kişiler yoktu dünyamızda. Yüz yüze gelmeyeceğimiz, el sıkışmayacağımız, oturup birlikte çay kahve içemeyeceğimiz kişiler yoktu yaşamımızda. Ekran başında saatler geçirilmezdi. Herkesin dünyası gerçek kişilerden oluşurdu. Aile, komşular, akrabalar… Çocuklar şanslıydı; onların bir de okul ve mahalle arkadaşları vardı. Herkes kendi mahallesindeki okula gittiği için okul ve mahalle arkadaşları çoğu zaman aynı kişilerdi; ama o kadarı zaten yeterdi. Doğru söylüyordu Levent. Onu arkadaşlarımın arasına katmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Bayram ziyaretine gelmiş, demek ki bayramlıklarını giymiş, evden çıkmadan uslu olması için sıkı tembihlenmiş çocuk, “Gel sokakta oynayalım.” diye dışarı çağırılır mıydı hiç? Bayram ziyareti dediğin, yarım saat, bilemedin bir saat ya sürerdi ya sürmezdi. Bu kadarcık bir süre için konuk çocuk, giysilerini kirletmeyi göze almazdı. Kaldı ki ben “Hadi!” deseydim annesi ya izin vermeyecek ya da izin verecek olsa “Üstünü başını kirletme!” diye sıkı sıkı tembih edecekti. Gidilecek daha çok yer olurdu çünkü. İlk bize gelindiğine göre bizden sonra bütün akrabalar teker teker ziyaret edilecek demekti.

Ayrıca şimdi, çocukluğunu anımsarkenki güleç yüzlü, hoşsohbet Levent pek de sevimli gelmezdi bana o zamanlar. Büyümüş de küçülmüş hallerine, ya bahriyeli kıyafeti içinde ya da cüce bir tapu kadastro memuru gibi takım elbiseler giyinmiş paşazade tavırlarına deli olurdum. Kıskançlık mıydı? Kim bilir! Belki de. Benim küçük dünyamdaki arkadaş gruplarından hiçbirine girmeyi hak etmiyordu Levent. Niye hak etsin? Aynı mahallede oturmuyorduk, aynı okula gitmiyorduk. O, bayramdan bayrama gelen Sami Beylerin oğluydu. Sami Bey’in adının yanına herhangi bir akrabalık adı katmamakta nasıl diretmişsem Levent’i arkadaş olarak seçmemekte de o kadar diretmiştim. Teyzem “Sami Ağabey” derdi Levent’in babasına; benim de “Sami Amca” ya da “Sami Bey Amca” demem istenirdi; ama hiç demedim. Sadece Sami Bey’i “amca” diyecek kadar yakın bulmadığından değil, bayramdan bayrama gelmelerine sinirlendiğimden, çok özel misafir sayılıp onlar için özel hazırlıklar yapılmasına kızdığımdan… Levent bunları nereden bilsin?

“Bir keresinde hiç unutmam, sen kibirli bir küçükhanım olarak bir köşede oturmuş, yerinden bile kalkmamıştın. Annem daha sonra, ‘Elimizi bile öpmedi ayol!’ diye seni çekiştirmişti de babam, ‘Çocuk o daha! Canı istememiştir.’ deyip susturmuştu onu.”

“Kibirli bir küçük hanım mı?” diye gülümsüyorum. “Ben öksüzdüm. Anneannemin evine sığınmıştım. Neyime güvenip kibir yapacaktım ki!” demiyorum. Yüzümde hangi ifadeyi yakalıyorsa ısrar etme gereği duyuyor Levent.

“Dün görmüşüm gibi gözümün önünde. Sarı bir elbise vardı üstünde. Sedirin köşesinden oturuyordun. Hani anneannenin dantelli beyaz örtülü sedirleri vardı, onlardan birinin köşesinde.”

Sarı elbise mi? Sarı tafta elbiseli bayramımı söylüyor Levent. O başka. Ötekilerle karışmayan tek bayram odur aslında. Ötekiler hep birbirine benzediğinden karışmış, tek bayrama dönmüştür. Sarı tafta elbiseli bayram başka. Anneanne o elbisenin kumaşına ne kadar para verdiğini, o kumaşı ne güçlüklerle aldığını o kadar çok anlatmıştı ki! Her seferinde içimden, “Keşke almasaydın.” diye geçirir; ama bir şey söyleyemezdim. Terzi Saliha Hanım’a götürülmüştü kumaş. Bayram üstüydü, çok dikişi vardı Saliha Hanım’ın; ama bir öksüzün gönlünü almak isterdi değil mi? Öksüzlük, elbiseyi ucuza diktirmekte de işe yaramıştı; hatta Saliha Hanım, elbisenin altına giyeyim diye, zamanın modasına uygun, kat kat, kabarık bir de jüpon dikmişti. Sevabına. Terziden gelince, bayramdan önce giymemem için öyle yüksek bir yere asmıştı ki anneannem elbiseyi, bayram sabahına kadar kedinin ciğere baktığı gibi bakıp durmuştum. Bayram sabahı ilk işim onu oradan indirtmek oldu. Anneannem ev, konuk karşılamaya hazır olmadan bayramlıkların giyilmesine asla izin vermezdi; ama o bayram nedense ses çıkarmadı bana.

Alelacele kahvaltı edilmiş; misafirler geldiğinde ortada olmasın diye sofra çabucak kaldırılmıştı. İçme suyunun azaldığı, birinin gidip Göçmen Çeşmesinden su getirmesi gerektiği o sırada fark edildi. O “biri”nin kim olacağı belliydi. “Çıkar elbiseni, iki kova su al gel.” dedi anneannem. “Çıkarmam.” dedim. Yineledi. Ben de yineledim. Sonunda pes eden o oldu. “Ne halin varsa gör” türünden bir özgürlük elde etmeyi başardım. “Elbiseni kirletirsen bak karışmam, başka elbisen de yok, giyersin eskilerini, bayramı öyle geçirirsin.” diye korkutmayı ihmal etmedi ama.

Keşke sadece kirlenseydi elbise. Daha beteri oldu. İki kovayı da doldurmuş geliyordum ki Göçmen Mahallesinin çocukları önümü kesti. Bir hafta önce onları bizim mahalleden kovmuştuk; onlar da beni yalnız görünce öç almaya kalkıştı. Önce “Ne işin var bizim mahallede?” diye takıldılar. Sonra biri kovaları boşaltmaya çalıştı. Bir başkası, “Bayramlığın mı o üstündeki?” diye elbiseme el attı. Öteki, “Aa! İçinde bir elbise daha var.” diye jüponumu çekiştirmeye başladı. “Donu var mı baksana!” diye atıldı biri. Bu kargaşada nasıl oldu, ne zaman oldu anlamadım, sarı tafta elbisesinin sırtı, enseden başlayarak ta bele kadar boydan boya yırtıldı.

Kovaların dibinde kalan dört parmak suyla, ağlaya ağlaya eve geldiğimde ne olup bittiğini anlatacak halde değildim. Anneannem elbisenin arkasındaki koca yarığı görünce önce söylendi, sonra teyzeme, “Bak bakalım, dikebilecek misin?” diye sordu. Teyze baktı, inceledi, “Sökük olsa dikerdik. Bu yırtığa yapılacak bir şey yok” diye karar verdi. Tam o sırada kapı çalındı. “Eyvah, Sami Ağabeyimler!” dedi teyzem. Anneannem bir hışım beni yakaladığı gibi o sedirin köşesine oturttu. Kımıldamamı önleyecek gözdağını da verdi: “Buradan kalkarsan bacaklarını kırarım.”

Levent anımsayıp anımsamadığımı hâlâ merak ediyor; dikkatle bakıyor yüzüme.

“Tabii ya,” diyorum. “Sarı tafta elbisemle kibirli bir küçükhanım olarak o köşede oturmuş, yerimden bile kalkmamıştım. O bayram uslu kız olmaya karar vermiştim de ondan. Uslu ve kibirli…”