KIRMIZI ELMA
İPEK AYBAR
TED Ankara Koleji
Elma bir sabah, ince derisinin üzerine vurup ta içlerinde hissettiği güneş ışınlarıyla uyandığında, kendini konuşabilir halde bulmuştu.
Elmalar konuşamazdı normalde; görürlerdi, duyarlardı ama konuşamazlardı. Kendi içlerinde bile. Nitekim net sayısını bilmemesine rağmen, birkaç ay olduğundan emin olduğu kısacık hayatını konuşmayarak geçirdiğinden, konuşabildiğini anlamakta güçlük çekmişti.
İlk önce, her zamanki gibi bir gün zannetmişti bunu da. Güneş ışınlarıyla, lacivert brandaların üstünde uyandığı ve satılmayı beklediği bir gün. Bütün elmaların, hayatlarının ilk haftaları hariç, bütün günleri böyle geçerdi zaten. Satın alınmayı beklemekle. Diğer bütün meyve veya sebzeler gibi bütün elmalar da insanlar tarafından satın alınır ve yemeklere katılırdı. Sonuç olarak hayatları, her türlü bir insanın midesinde sonlanırdı. Ancak onlar, yani o ve kardeşleri, kırmızı soyuna mensup olmanın gafletine uğrarlardı. Üç elma soyu vardı zaten; sarı, yeşil ve kırmızı. Kırmızı olan soy, aralarında en dikkat çekici olanıydı. Kendi mensup olduğu soyun neden insanların ilgisini çektiğini de bir sinekten öğrenmişti, sürekli bakkalın tezgâhına musallat olan, görmüş geçirmiş bir sinekten.
Bu makus kader denilen şeydi.
Bir elmaysanız, özgürlüğünüz olamazdı zaten.
Ancak o, en başından beri diğer kardeşlerinden farklı olduğunu biliyordu.
Kardeşleri ve türdaşları, bu kaderi sorgulamadan kabul ediyorlardı. O, etmek istemiyordu. Kader denen şeye inanmıyor ve tüm bunları yaşamak zorunda olduğunu bir türlü kabullenemiyordu. Birgün bir şeylerin değişebileceğine inanıyor, bu düşünceye tutunarak yaşıyordu.
Absürtlüğün olduğu bir yerde, kaderin varlığından söz edilemezdi.
İki yanındaki kardeşleri tarafından sıkıştırıldığında, düşünmeyi keserek durduğu yerde hafifçe kıpırdandı. Adını hatırlamadığı sineğin vızıltısını duyuşu da tam o zamanlara rastlıyordu. “Ayyy,” diye bağırdı sinek, ince kanatlarının çıkarttığı vızıltılar eşliğinde üstlerinde uçarken. “Sizden havaya tuhaf bir korku yayılıyor!” Sineğin sözlerine istemsizce bir yanıt çıkınca ağzından, konuşabildiğini anlamıştı elma. “Kader korkusu bu dediğin!” Sinek, hemen karşısındaki tahta kutulardan birisinin üstüne konup ona şaşkın şaşkın bakmaya başladığında, o da kendi kendine şaşırmakla meşgul idi.
“Açıkça, Elma kardeş,” dedi sinek. Zaten pörtlek olan gözleri bir de mazlum mazlum bakınca tuhaf oluyordu. “Bu kadar senelik Benjamin’im, konuşabilen bir elmayı ilk kez görüyorum. Ayrıca söylediğinden hiçbir şey anlamasam da, kardeşlerinin şu anda buraya doğru yaklaşmakta olan kadından korktuklarını anlayabiliyorum.”
Elmalar böyleydi işte, böyle olmak zorundaydı, başka şansları yoktu. Diğer türdaşları ve kardeşlerinin hayatta kalmak için insanoğlundan korkmak gerektiğine inandığını biliyordu ama o hiçbir şeyden korkmuyordu. Sinek Ben’in bahsettiği kadını elma da gördü. Kendilerine doğru yönelmekteydi. Ne yapıp edip kadının eline düşmekten kurtulmalıyım, gibisinden bir düşünce geçti aklından. Belki bu yolla üzerinde yaşamaya mahkûm edildiği lacivert brandadan da kurtulabilirdi.
Kadın yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. En sonunda elma reyonunun önünde durduğunda, Kırmızı Elma derin bir nefes alarak kendini olacaklara hazırlamıştı. Kadının eli, hemen üstlerinde yer aldığını bildiği kancaya doğru uzandığında, ortamdaki yükselen gerilim ve endişenin o da farkına varabilmişti. Zaten artık bedeninin büyük bir kısmı her iki taraftan başka elma bedenlerine temas ediyordu.
Diğerlerinin olmayan ağızlarından çıkan vaveylaları duyabiliyordu.
Göz ucuyla, kadının üstlerindeki kancadan aldığı poşeti açtığını, açık olan poşeti tek eline geçirip aralarından birkaç şanslıyı seçmeye hazırlandığını gördü. O an aklına, hiç beklenilmeyen bir anda düşen yıldırım gibi bir fikir düştü. Olmayan dudaklarıyla bir tebessüm ederek Sinek Ben’e baktı. “Buldum,” demeye çalışır gibiydi. “Buradan kurtulmanın bir yolunu buldum!” Ben anlamış mıydı bilmiyordu. O anlasa da almasa da planının işe yarayacağından emindi.
Bu kez de kadının eli, yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Elma, bu süreç sırasında olmayan gözlerini kıstı. Kadının ürkütücü, büyük eli kendisine doğru uzandığında, derin bir nefes alarak bütün gücünü topladı ve o el hemen yanındaki kardeşine uzandığında, gövdesini olabilecek en büyük güçle diğer yanındaki kardeşine bastırdı. Kusurlu, eziklerle dolu derisi ve biçimsiz gövdesinin her bir kıvrımını şimdi rahatlıkla hissedebildiği kardeşi, kendisinin korkmakta olduğunu düşünebilirdi. Bu ihtimalin farkına varınca, olmayan tebessümü genişledi. Az önce ölümü olacak büyük ve nasırlı bir el tarafından sarılıp usulca yerinden edilmiş diğer yanındaki kardeşi artık yoktu. Saniyeler öncesinde kapladığı yeri şimdi, soğuk hava kabarcıkları doldurmuştu.
Elma bir yanında, saliseler önce dış bir kuvvet tarafından oluşturulmuş boşluğu hissediyordu. Diğer tarafı ise halen gövdesine kopması zor bir kuvvetle baskı yapan eciş bücüş gövdeden salınan selimsi ter damlalarıyla yıkanıyordu. Kalıcı olmadığını bildiği bir endişenin köklerini çekirdeklerinin dibine doğru uzattığını hissetti. Sonrası, kendinden başkalarının ne yapacağını bilmeden sağdan sola sallanıp duran terli ve parlak kırmızı gövdeleri, havaya yayılan korkunun ağır kokusu, tereddütlü ve titrek hareketlerle hangisinin sonunu getireceğini seçmeye çalışan, kırışıklıklarla dolu bir elin kararsız hareketleri.
O kararsız hareketlerin boşluğundan faydalanıp, hafifçe yukarı doğru kalkmış olan elin kenarındaki rahatça sığabileceği alana bıraktı kendini. Sonra, beklediğinden daha hızlı bir şekilde buluştu sert, taş zeminle yarısı ıslak yarısı üşüyen gövdesi. Düşüş biraz acıtmıştı ancak o anki fiziksel acısı seçiminin bir sonucu olarak gayet doğaldı, umursamadı. Korkusunu ter damlaları aracılığıyla birebir tecrübe ettiği kardeşin onu bırakmayacağını düşünmüştü bir an, elleri olsaydı. Temiz havayı soluyabilecek olmanın verdiği tarifsiz rahatlama hissiyle derin bir nefes aldı. Bu kez ciğerlerini tıkayan, yoğun ve ağır korku kokusunun aksine daha hafif olan tuhaf bir kokuydu. Küçük bir kıpırdanmayla çevirdi vücudunu. Bir anda burun buruna geldiği, bir çift sivri topuklu kadın ayakkabısıydı. Aynı açıdan vuran ışıkla, vücutlarındaki bütün suyu terler içinde kıvranarak boşaltan dikkat çekici elmaların kimi kusurlu olan gövdeleri kadar parlak.
Bu benzetmeyi yaptığında, halen o tuhaf kokuyu solur haldeyken duydu, ince kanatların cılız vızıltısını. Bu kargaşa içinde nasıl algılarının bu kadar kuvvetli olduğuna da en az konuşabiliyor oluşu kadar hayret etmişti. Sineğin vızlamaları daha yakından gelmeye başladı. Ben’in küstah ve alay yüklü sesi bir çeşit tebrik geveledi. Elma dinlemedi. Bir ton boş lafı dinlemekle beynini meşgul etmek, gereksizdi. Her zaman birilerinin genel olarak neden bahsettiğini bildiği halde pür dikkat dinlemediğinde yaptığı gibi, kuru bir teşekkürle başından atmaya çalıştı. İşe yaramadı. “Aferin Elma,” diye ekledi, Ben. Bir yığın gereksiz lafa gerek olmadan söylemeye çalıştığını söyleyebilirdi. Anlamsız şeyleri uzatmak saçmaydı sonuçta. “Beni şaşırttın yine. Biraz bekle. Madem bu kadar kurtulmak istiyorsun, bir arkadaşımı getireceğim buraya.” Elma sineği ani bir gövde hareketiyle onayladı. Ardından Sinek Ben gitti, kanatlarının vızıltısı duyulmaz oldu.
Çok geçmeden sivri topuklu ayakkabıların zeminde bıraktığı ürpertici tıkırtı da kayboldu. Kadın da gitti. Alacağını almıştı, niye kalsındı ki? Elma oradan, boylu boyunca uzanmakta olduğu yerden izledi diğerlerini, alttan. Kardeşlerin her zamanki kısa yasın ardından mutlak sessizliğe boyun eğişini ve lacivert brandanın yukarı kalkık uçlarıyla rulo halindeki naylon poşetlerin açık bırakılmış uçlarının belirsizce kıpırdayışını izledi. Neticede neredeyse her gün yaşanan bu olay fazlasıyla tabii ve rutindi. Her gün gerçekleşeceğini bildiğiniz bu gibi bir şeyden her gün aynı miktarda, aksatmadan korkmak gereksiz, saçma ve aptalcaydı. Mecbur oldukları bir rutinden neden bu denli korkarlardı ki?
Ne kadar olduğunu kestiremediği bir süre boyunca derin sükuta boyun eğdi. Alışılmadık ve yabancı ayak sesleri duyuluncaya kadar tabi. Bir insana ait olsa bu denli temiz havayı soluyamazdı. Bulanık havayı solumak zorunda olmak, olmayan burnu ve ciğerlerini yakardı. Bir yabancının adım sesleri arasından kulağına alışıldık vızıltı da çalındı. Göremedi. Göremiyordu ancak Ben ve şu sözünü ettiği “kurtarıcı” arkadaşının arkasında bir yerlerde olduğunu sezinliyordu. “Sana bahsettiğim İnsana Benzeyen Elma bu işte,” diyen, Ben’in her zamanki alaycı sesini idrak edebildi. “O da bir elma neticede Benjamin,” dedi yabancı. “Ve ben insana benzeyen bir tarafını göremiyorum.”
Adımlar ve vızıltı birbirine yine karıştı. İki ses de artık o kadar yakınındaydı ki, ayırt edilemez iki gürültüden ibaretlerdi sadece. “Korkma,” dedi Ben. Korkmuyorum ki, diyemedi çünkü gerek yoktu. “Şimdi birazcık ıslak bir yolculuğa çıkacaksın.” Sonra, güçlü ve kavrayışı yüksek bir şeyle kaplandığını hissetti ince derisinin. Yerden havalandı. Hareketlenince yola koyulduklarını anladı. Arka planda hala o güçsüz vızıltıyı duyabiliyordu. İnce vızıltı harfleri, sonra da ayırt etmekte zorlandığı kelimeleri biçimlendirdi. Genelde Benjamin’in saçma nutuklarını önemsemezdi. Bir şey bilmediği halde çok şey biliyormuş gibi konuşmak, Ben’in işiydi. Kendini taşıdığı zannettiği arkadaşının da öyle olmadığını umdu.
İnce ve hassas derisine temas eden yakıcı bir sıvı vardı. O sıvının ter olmadığını biliyordu. Ter gibi ıslak, yapış yapış ve yakıcıydı ama terin yarattığı o tuhaf yoğunluk yoktu. Tükürük olabileceğini düşündü. Belli ki sineğin sözde kurtarıcı arkadaşı, onu ağzında taşıyordu. Nedenini bilmiyordu. Doğrusu bilmesi için bir neden de yoktu. Bir neden olması da anlamsız olurdu, zira her şeyin bir nedeni olmak zorunda değildi. Sorgulamayı bıraktı. Derisinde tükürüğün sebep olduğu yanma haricinde bir dalgalanma hissetti. Rüzgârdan kaynaklanıyor olabilirdi pek tabii. Sonra, nedensizce aklına Ben’in dinlediği nadir sözlerinden biri kondu. Elmaların ölümüne sebep olanın, öğütmeye ve parçalamaya yarayan, insanların ağzındaki tükürük adlı bir sıvı olduğunu söylemişti Ben. Cildini yakmaya itinayla devam eden tükürüğün olması geç okunan bir idam kararı gibi olduğunu düşündü. Ben’den öğrendiği bu terimi burada kullanmak belki de doğru değildi.
Ansızın, Ben’e adının nereden geldiğini sormak isteğini duydu. Belki de hep merak etmişti, sadece yeni yeni farkına varıyordu. Göğün uçsuz bucaksız maviliğiyle kucaklaşana kadar, yere indiğini fark etmemişti bile. Bir süre durdu. Göğün mavi olduğunu bile az önce öğrenmişti. Düşüncelerini duyuyormuş gibi Ben ve sözde “kurtarıcı” arkadaşı konuşmadılar. İki çift gözü üzerinde hissetti ama umursamadı. Tepesinde parlayan güneşin ışınları derisine ilk kez doğrudan temas ediyordu. Belki ilk zamanlarında daha önce tecrübe etmişti bu hissi. Hatırlayamıyordu. Hatırlamaya uğraşmadı da. Gayretini bunun için sarf etmesi saçma ve anlamsızdı. Nitekim yorgun, üşümüş ve sıkılmıştı. Bir çaba sarf edemezdi istese de.
Ufak, yorucu olmayan bir hareketle gövdesini hafifçe çevirdiğinde, daha önce görmediği şu “arkadaş” ile karşılaştı. Sıcacık bir ifadeyle dolu açık kahverengi gözler, doğrudan kendisine bakıyordu. O an, mahkeme heyetinin önünde yargılanmakta olan bir sanık gibi hissetti, her an ölecekmiş gibi bakılan. Ben’in itinayla, hiç durmadan çırpılmaya devam eden kanatları sanki her bir vızlamasının arasına umutsuzluğu sıkıştırılmış gibiydi. “Benjamin,” dedi. Anlamsız bulduğu ama hakikaten merak ettiği soruyu sormaya yeltendi. O anda alakasızdı belki ama önemsizdi.
Uzaklardan, küçük bir insan yavrusunun sesi duyulmasa belki de çoktan sormuştu. “Fındık, ne yapıyorsun oğlum orada?” Ardından üzerine dönen endişeli ve bir o kadar da umutsuz bakışlar, küçük adımlarla ezilen çimen sesleri ve sonu işaret edercesine durmak bilmeyen vızıltılar.
Tekrar havalanmadan hemen önce, son anda gördü bir elmanın korkulu rüyası olan o eli. Sonra da insan yavrusunun kara delikleriyle burun buruna geldi.
Onca insanın ortasında bir meydanda giyotine mahkum edilmiş bir suçlunun psikolojisine sahipti tam o an, hayata veda edişini görmeye çok fazla kişinin gelmesini ummaktan başka bir şey yapamayan.
Bir suçlunun aksine, elma sakindi. Çünkü bazen yapacak bir şey yoktu. Ölüm kadar doğal bir şey olmadığı gibi.
Anlık esen rüzgar, insanların hınç dolu bakışları, acımasız, sert bir yüz, ve ölüm sessizliğine inat sürüp giden bir sinek vızıltısı. Bir de, bu karşı konulmaz sükuta karşı gelircesine aradan fırlayan absürt, manasız ve gereksiz bir fısıltı.
“Kaçınılmaz son.”