BALIKÇI VE ÇOCUK
IRMAK UZUN
İzmir Bahçeşehir Koleji
Çizmelerini ayağına geçirip kapıya yasladığı oltasına uzandı. Denize açıldığı ilk günden beri onsuz kayığına binmediği oltasının metal kısımları paslanmıştı ve ahşabı aşınmıştı. Yine de bir kez bile olsun yeni bir olta almayı düşünmemişti. O oltayı çöpe atmak, anılarından da vazgeçmek anlamına geliyordu onun için. Her ne kadar artık yüzü pek gülmese ve çocuklar ona İhtiyar Balık diye seslenseler de karısının ölümünden sonra geçmişine ait hiçbir şeyden kopamayacak kadar hassastı aslında.
Kurumuş otları çizmeleriyle ezerek iskeleye doğru ilerledi. Bahar yaklaşıyordu ve hava da iyiden iyiye düzelmeye başlamıştı. Bu da fırtınalı günlerin geride kaldığının habercisiydi fakat bu, ihtiyar balıkçının diğer çoğu şey gibi pek de umurunda değildi. Sahile vardığında önceki gün kayığını ayaklarından birine bağladığı iskeleye çıkıp yıllardır ona arkadaşlık eden kayığının ipini çözmeye başladı.
Tam kayığının, eski ama dayanıklı ipini yosunlarla kaplı ahşap ayaktan kurtarmıştı ki arkasında ayak sesleri duydu. İskeleye genellikle pek misafir gelmediği için arkasını döndüğünde daha da şaşırdı. Gelen dokuz yaşlarında bir oğlan çocuğuydu. Kahverengi kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu ve yüzünde meraklı bir ifade vardı. Yavaş adımlarla ihtiyar balıkçıya ve kayığına yaklaşırken balıkçı daha önceden birkaç kez gördüğü neşeli oğlanın onun gibi içine kapanıklığı ve hüznüyle nam salmış bir ihtiyarın yanına gelmesinin şaşkınlığıyla: “Burada ne arıyorsun?” diye sordu. Küçük çocuk ilerlemeyi bıraktı ve doğruca adamın gözlerinin içine baktı. Gözlerinden hâlâ merak okunan çocuk: “Bizim orada herkes senden İhtiyar Balık diye bahsediyor ama ben sana öyle demek istemiyorum. Bana ismini söyleyebilir misin?” diye sorunca balıkçı bir an ne diyeceğini şaşırdı. Ardından sorunun masumiyetiyle hüzünlü bir gülümseme gönderip: “Bana kısaca Balıkçı desen yeterli. Peki ben sana nasıl sesleneceğim?” dedi ve çocuğun cevabını beklemeye başladı.
Küçük oğlan alnına düşen bir parça saçını geriye doğru atarken: “Öyleyse sen de bana Çocuk diye seslen.” dedi. İhtiyar balıkçı oğlanın cevabına karşılık bocalayıp ne diyeceğini bilemedi ancak küçük çocuk yeni bir soruyla aralarındaki sessizliğin büyümesine izin vermedi. Minik parmağıyla kıyıyı işaret edip: “Deniz kabuğu aramaya gelmiştim ama pek fazla bulamadım. Seni ne zaman görsem buralardasın. Acaba kabuk toplamama yardım eder misin?” diye sorduğunda balıkçı en başta ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kayığında ve denizde dolaştırdıktan sonra çocuğun masum gözleriyle karşılaşınca başını sallayıp başından beri elinde tuttuğu iple kayığı yeniden iskelenin ayağına bağladıktan sonra küçük çocuğun peşinden iskeleden indi.
Kıyıda yürürlerken balıkçı çocuğa: “Peki annen nerede?” diye sordu. Çocuk bu sefer kıyıyı gören evleri işaret ederek: “Evimiz buraya çok yakın. Annem balkona çıksa beni görebilir. Hem ben buraya kabuk toplamaya daha önce de gelmiştim. Ayrıca seni de tanıyor.” dedi ve bakışlarını kumların üstünde gezdirmeye başladı. Bu küçük sahil kasabasında yaşayanlar balıkçının başına gelenlerden haberdardı. Hatta bazıları ona zor zamanlarında yardım dahi etmişlerdi. Zaten kasabadaki herkes birbirini tanırdı. Orası küçük olduğu kadar dost canlısı insanların yaşadığı bir kasabaydı.
Balıkçı kumun üstünde parlayan bir kabuk gördü ve eğilip ona uzandı. Daha önce kim bilir kaç kez bu kabuğun benzerlerini bulmuştu. Çocuksa kabuğa hayranlıkla bakıyordu. Sanki kabuğun üstündeki tuz kristallerinin her biri değerli birer taştı. Balıkçı kabuğu ona uzattığında oğlan bir an duraksayıp minik elini kabuğun üstüne kapattı. Sonra yavaş hareketlerle avcunun içindeki kabuğu evirip çevirmeye başladı. Mutluluktan ışıldayan yeşil gözleri balıkçınınkilerle buluşunca ihtiyar balıkçı oğlanı geri çevirmemekle ne kadar iyi yaptığını anladı ve bir şeyi fark etti. Karısı vefat ettiği günden bu yana kendi hayatını düzeltebilmek adına hiçbir şey yapamamıştı ancak o anda bulduğu bir deniz kabuğu, başka birinin, minik bir oğlanın hayatına neşe katabilmişti. İhtiyar balıkçının o an farkında olmadığı şey ise aslında o küçük çocuğun da onun acılarla ve yaşanmışlıkların pişmanlığının yanı sıra, yaşanamamış olanların hevesiyle sarmalanmış hayatına iyi geldiğiydi.
İhtiyar balıkçı derin bir iç çekip engin maviliğe döndü. Gökyüzünde yükselen güneşle parıldayan deniz, yıllardır tanıdığı ve bakmaktan hiç sıkılmadığı o büyüleyici manzarayı gözler önüne seriyordu. Şehirlerin yapaylığından uzak olan bu küçük kasabanın kıyısında bulunduğu turkuaz deniz, balıkçının o güne kadar gördüğü en güzel karelere şahitlik ettiği yerdi. Çabuk derinleşen ve kıyıdan çok uzaklaşmadan küçük adacıklarla karşılaşılan bu nefes kesen eşsiz güzelliğe ihtiyar balıkçı belki de hayatında ilk kez kendi isteğiyle sırtını döndü çünkü o sırada bir çocuğun mutluluğuna şahit olmak, bütün güzel manzaralardan daha değerliydi. Çocuk yüzünde ışıldayan bir gülümsemeyle: “Bu kabuk çok güzelmiş. Bunları nasıl bulabiliyorsun?” diye sordu. Balıkçı hafif bir tebessümle: “Yılların tecrübesi diyelim ama merak etme. Zamanla kumun içinde saklanan güzellikleri sen de çok kolay bir şekilde bulabilirsin.” dedi.
Küçük çocuk büyük bir heyecanla: “Gerçekten mi? Peki senin kadar iyi olabilmem ne kadar sürer?” diye atılıp sordu. Balıkçının buna net bir cevabı yoktu ancak çocuğu da kandırmak istemiyordu. Bu yüzden denizi işaret edip: “Denizin şarkısını kulaklarında duyabildiğin, yüreğinde hissedebildiğin zaman, işte o zaman sen benden de daha iyi olabilirsin.” dedi. Çocuk bu cevabı daha fazla kurcalamadan başını sallayıp kumun üzerinde yürümeye devam etti ancak minik kaşlarının çatılmasından, bu cümlenin anlamını çözmeye çalıştığı belli oluyordu. Balıkçı ise neşeli ve enerjik çocuğu sanki bir anda yaşlanmış gibi bu kadar sessiz ve ciddi görünce titrek bir tebessümle başını yere eğip kabuk aramaya başlayarak onu düşünceleriyle baş başa bıraktı.
Birkaç dakika sonra balıkçı bu sefer ilki kadar olmasa da yine büyük ve güzel bir kabuk buldu ve bu küçük oğlanın durgunluğunu üzerinden atıp yeniden heyecanlanmasını sağladı. Balıkçı üzerindeki kumu temizleyip kahverengi çizgilerin dolaştığı parlak beyaz kabuğu çocuğa uzattı. O da bu deniz kabuğuna, üstündeki en ufak ize kadar her şeyini incelerse hakkında istediği pek çok şeyi öğrenebilirmiş gibi bakıyordu. Uzunca bir süre kabuğu minik parmaklarının arasında çevirdikten sonra doğruca balıkçının gözlerinin içine bakıp: “Bunları bulup bana verdiğin için çok teşekkür ederim.” dedi. İhtiyar balıkçı çocuğun samimi olduğunu gözlerinin içinin gülmesinden anlayabiliyordu.
O gün birkaç kabuk daha buldular ve öğlene doğru çocuğun annesi oğlunu eve çağırınca küçük çocuk bir daha geleceğine dair söz verip kumların üstünde minik ayak izleri bırakarak evine koştu. Sözünü de tuttu. İki gün sonra bir kez daha kabuk toplamak için iskelenin yanı başına geldi. Ardından hep ihtiyar balıkçıyla vakit geçirmek için iskeleye uğrar oldu ve zaman hızla akıp geçti. Günler, aylar, mevsimler birbirini kovaladı; yıllar geride kaldı. Onlar ise hâlâ “Balıkçı ve Çocuk” ‘tu. Birlikte denize açılıyorlar, balıkçı ona balık tutmayı öğretiyor ve bazen de ilk zamanlarda olduğu gibi kabuk toplamaya gidiyorlardı. Deniz kabuklarının sihirli dünyasının kapılarını aralamak isteyen sıradan, küçük bir çocuk farkında olmadan ihtiyar balıkçıyı hayata bağlamış ve onun hüzün pelerinini üzerinden atmasına yardım etmişti. O küçük çocuk, ihtiyar balıkçının kalbindeki yaraları sarmış ve ona iyi gelmişti. Yıllar da bu bağı güçlendirmişti.
Tanıştıkları gün buldukları o ilk kabuk da bu sıkı bağın sembolü oldu. Oğlan onu yatağının başucunda, hemen yanı başında sakladı. İhtiyar balıkçı ise o deniz kabuğunun tuz kokan hayalini hep yüreğinde taşıdı.