YEDEKÇİ
Kazancı Yokuşu’ndan aşağı doğru yürüyorum. Güzel bir mayıs günü. Güneş iyiden iyiye ısıtıyor artık. Çingeneler çiçek sepetlerini alıp çıkmışlar sokaklara. Kebap ve idrar kokularıyla karışsa da, baharın kokusu Beyoğlu’nda bile duyuluyor. Sağdan üçüncü sokağa girip sola sapacağım, sonra da sağa. Bay Aleko’nun dükkanına gidiyorum.
Kayınvalidemin evlendiğim zaman verdiği beyaziş yatak takımlarını, masa örtülerini kolalamak çok zor geliyor. Ütüsü daha da zor. Bay Aleko çok güzel yapıyor bu işleri. İstanbul’da ondan başkası da yok zaten.
Bay Aleko’nun dükkanını ararken, sokak satıcıları, ucuz yağlıboya tablolar gibi abartılı renklerle makyaj yapmış kadınlar, eskiciler, seyyar satıcılar, itişip kakışan öğrenciler ve sokakların pisliği beni ürkütmüştü. Gide gele alıştım. Müziğin sokaklara taştığı, polis otolarının mavi ışıklarını döndürerek dolaştığı, alkol duvarını aşanların yerlerde süründüğü, bedenlerin pazarlandığı, kavgaların olduğu, cinayetlerin işlendiği gecelerinden farklıydı Beyoğlu’nun gündüzü. Ama çocukluğumdaki Beyoğlu’na hiç benzemiyordu.
Üç basamakla inilen geniş bir bodrum katında çalışıyor Bay Aleko. Ütülerin buharı, havaya yaydığı nem, kuru temizleme ilaçlarının kokusu beni rahatsız etmişti ilk gidişimde. Öksürmeye başladım. Bay Aleko gözlüğünün üzerinden bakarak
“Koku sizi rahatsız edebilir” dedi.“Ben alıştım; inanır mısınız büyük bir zevk alıyorum.”
“Ne güzel! ” dedim.
Ortadan biraz daha uzun boylu, sırtı hafifçe kamburlaşmış, güldüğünde ağzının iki yanında birbirine paralel çizgiler oluşan, sadece kulak üstlerinde birer parça saçı kalmış bir adam Bay Aleko. Çoraplarıyla neredeyse aynı renkti ayağındaki sandalet. Kısa kollu, bej rengi, poplin bir gömlek giymişti. Çoğunlukla açık olan kapı ve cam arasında çalıştığından, boynu tutulmasın diye ensesine beyaz bir mendil koymuştu. Tertemizdi üstü başı.
Öksürüğüm kesilmeyince,
“Bir şey içer misiniz?” diye sordu.
“Hayır” dedim. Arka tarafta çalışan çıraklarından birine usulca bir şeyler söyledi. Az sonra tabağına dantel bir örtü konulmuş buğulu bir bardakta, buz gibi bir nar şerbeti geldi.
“Bay Aleko, beni çocukluk yıllarıma götürdünüz” dedim.
Yaz geceleri yasemin, manolya, hanımeli kokan, ayın ışıkları ile yıkanan, üstümüze yıldızların yağdığı bahçemizde, Gülfem Kalfa’nın gümüş tepsi içinde getirip “Buyurunuz efendim” diye nar şerbeti ikram edişi, incecik, zarif bedeni geldi gözlerimin önüne.
Bay Aleko’ya çok yakın hissettim kendimi.
Ben içerken, o konuşmasını sürdürdü:
“Bilir misiniz, buraya getirilen her parçanın bir hikayesi vardır. Mesela bakınız, bu atlas yatak örtüsü ile bu seccade saraydan intikal etmiş. Simle işlenmiştir. Bir eşini daha bulmanız mümkün değildir. Ben bu nadide parçaları temizlerken, ütülerken, hangi yatakların üzerine serildiğini, bu seccadede kimlerin namaz kıldığını, saraydan nasıl çıktığını, kimlere hediye edildiğini, nasıl kullanıldığını düşünürüm.
Bay Aleko, örtülerimi almak için beklerken sıkılmamam için konuşuyor herhalde diye düşünmüştüm o zaman.
Çıraklarından birinin ütü yaptığı masanın sol tarafına eğilip, bu kez ipek ve sırma ile işlenmiş bürümcük bir çevre çıkardı:
“Bakınız, bunun bir eşi de Suat Paşa Yalısı’nda vardı. Biz bir zamanlar Kandilli’de otururduk. Babam yedekçi idi. Siz yedekçi ne demektir bilir misiniz?”
Bilmiyordum doğrusu. “Hayır” dedim.
Bay Aleko hem konuşuyor, hem de çalışıyordu.
“Bakınız” diye devam etti: “İstanbullu olduğunuz belli oluyor. Onun için bilirsiniz, Boğaz’da üç önemli akıntı vardır. Bunlardan biri de Kandilli’dedir. Kürek çekerek oradaki akıntıyı geçmek çok güçtür. Yedekçiler sahilde bekler, sandalları denizdeki bir başka sandalla ya da karadan iple çekerlerdi. Güçlü kuvvetli bir adamdı babam. Bir müddet yedekçilik yaptı. Bilhassa yaz günleri, hafta sonlarında Küçüksu’ya denize girmeye, mehtaplı gecelerde Göksu Deresi’nde kurbağa sesi dinlemeye gelenler olurdu.
Suat Paşa Yalısı’na çok yakın oturuyorduk. Alçak gönüllü, asil insanlardı. Sık sık giderdik yalıya. Biliyorum, çok nadide bir parçadır bu.
Bir bayram günü idi; annem, babam ve kardeşlerim tebrik için gitmiştik. Hava çok sıcaktı. Ben ikram edilen limonatayı işte bu çevrenin üzerine dökmüştüm kaza ile. Annem, babam telaşlandılar. Çok utandım. Dilefser Hanım, ‘Ziyanı yoktur’ dedi. ‘Bu örtü bu çocuktan daha mı kıymetlidir?’
Önceleri sıradan bir esnaf olarak gördüğüm Bay Aleko’nun zamanla müthiş bir hayal gücüne sahip olduğunu, çok şey bildiğini, güzel konuştuğunu, nesli tükenmiş o zarif insanlardan biri olduğunu fark ettim Onunla sohbet etmek keyifti benim için.
“Sizi sıkmıyorum ya?” diye sordu.
“Hayır” dedim, “Tam tersine, bilmediğim şeyleri öğreniyorum sizden.”
Biraz mahcup gülümsedi,
“Estağfurullah efendim.”
Bir defasında karısı ile karşılaştım dükkânda. Elini uzatıp, “Hoş geldiniz, benim adım Marika’dır, memnun oldum” dedi.
Bay Aleko’dan çok daha genç bulduğum Marika’nın ellerinin yumuşaklığı dikkatimi çekti. Bir güvercin yavrusu gibi küçük, beyaz ve yumuşaktılar, parmakları da ince ve uzundu. Sol elinde altın bir halka, sağ elinde de çok değerli olduğunu sandığım zarif bir tek taş pırlanta yüzük vardı. Koyu kumral saçlarına çok yakışan sarı bir döpiyes, biraz önce alınmış gibi pırıl pırıl krokodil bir ayakkabı giymişti. Elinde de küçük bir krokodil çanta vardı. Dükkana girmemle onun çıkması bir oldu. Bay Aleko’nun, Marika’nın ardından bakışı sevgi doluydu.
Acaba hala birbirlerine âşıklar mı ? diye düşünürken o anlatmaya
başladı:
“Bizim hanım Cuma günleri arkadaşlarıyla Pera Palas’ta çay içer. Her hafta sırf bunun için İstanbul’a iner”.
“Yazlıkta mısınız ?” diye sordum.
Ütüyü masanın kenarına dayadı, gözlüğünün üstünden bakıp yanıtladı:
“Eylülün on beşine kadar Büyükada’dayız. Çocukların okulları tatil olunca gidiyoruz, başlamadan biraz önce de dönüyoruz. Bana sorarsanız, adanın mevsimi ekim ve mayıs ayları arasındadır. Yazları çok kalabalık oluyor. Sonbaharı fevkaladedir, kışı çok daha güzeldir.”
Ütüsü bitmiş masa örtüsünü katlayarak devam etti:
“Ne diyordum…Ha, her hafta toplanırlar, ta çocukluktan beri birbirlerini hiç bırakmamışlardır. Bazıları bildiğiniz gibi buraları terk etmek zorunda kaldılar. Ama geride kalanlar devam ettiriyorlar”.
Yüzünden bir gölge geçmişti sanki.
Biraz duraklayıp, sağ elimdeki ağır paketi sol elime geçirdim. Adım atar atmaz topuğum parke taşlardan birine takıldı, ayakkabımın sağ teki caddeye fırladı. Kendimi tutamayıp bir kahkaha attım. Karşıdan gelen çocuklardan biri ayakkabıyı alıp bana verdi. Giydim. Başımı kaldırdığımda ufak tefek genç biri gülerek bakıyordu bana! Elini uzattı:
“Merhabalaaar”.
Elimi uzattım ben de. Saçlar jöleli, kot Levi’s , ayakkabılar Slazenger, kazak Benetton. Bu da kim ?
Büyük bir içtenlikle “Nerelerdesiniz?” diye sordu.
Sesinin tonu, sorunun yanıtını gerçekten merak ettiğini vurguluyordu. Tanıdığım insanları, komşu apartmanlardakileri, semtimizin manav, kasap ve kuaförlerini, arada bir gittiğim terziyi, çocukların okulundaki, eşimin iş yerindeki hizmetlileri, postanedeki görevlileri hızla zihnimden geçirdim. O, eğik duruşunu değiştirmeden konuşmaya devam etti:
“Özledik sizi, ne zamandır görünmüyorsunuz”.
Mahcup olmuştum, bu beni çok iyi tanıyan ama benim bir türlü anımsayamadığım kişiye. Şaşkınlığımı fark etmemiş olacak ki, “Çocuklarınız nasıl?”diye sordu.
‘Onları anlatırken zaman kazanır,büyük bir olasılıkla kim olduğunu bulurum’ dedim içimden ve şevkle anlatmaya başladım:
“Oğlum Lise ikinci sınıfa geçti, kızım da üniversitenin son sınıfına. Bir yılımız kaldı. Çok zor oluyor tabii ayrı ayrı şehirlerde”.
Bunları söylerken gözlerinin fıldır fıldır giysilerimde, elimdeki ağır torbada, göğüs dekoltemde, bacaklarımda dolaştığını fark ettim. Bir yandan da sağa sola, yanımızdan gelip geçenlere bakıyordu.
Ne tuhaf bir karşılaşma diye düşünürken,
“Beyefendi nasıl? Onu da artık göremiyoruz, bizi iyice unuttunuz”, dedi bu kez.
Bulamıyordum, kimdi bu? Siyah beyaz bir fotoğraftan çıkıp canlanmıştı sanki. Sıkılmıştım artık. Bay Aleko’nun dükkânına da geç kalıyordum.
“Ben” dedim, “Kusura bakmayın, kafam çok karışık, işlerim de yoğun, adınızı hatırlayamadım”.
Karşımdaki yeniden yoldan geçenleri kolladı, arkasına dönüp baktı, sol tarafa biraz daha yanaştı, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi yaklaştı, kulağıma eğildi. Nefes alışı değişmiş, sesi ıslık gibi çıkıyordu.
“Yavrum seni……….!.”
Yanıbaşımdaki dükkânlardan birinin vitrinine tutunup dinlendim bir süre. Sonra hızla yürümeye başladım. Gördüklerimin ve duyduklarımın gerçek olmadığını, rüya gördüğümü tekrarladım içimden. Bay Aleko’nun ütü buharıyla nemlenmiş, kuru temizleme ilacı kokan dükkânına varmak istiyorum bir an önce. Bugün Cuma, Bayan Marika’yı da görürüm belki. Dilefser Hanım’ın civan kaşı işlemeli şerbet makramasının, atlas yatak örtüsünün ve seccadenin, üzerine limonata döktüğü çevrenin, mürver işleme ayna örtüsünün öyküsünü anlatır yine. Belki o güzel nar şerbetinden de ikram eder.
Benim yedekçim olur Bay Aleko.