BUĞULU CAM

AYÇA ZAL

TED Ankara Koleji

 

            Ölen yağmur damlalarının da arkasından ağlayan bulutlar olurdu. O yağmurlardan camın buğusu oluşurdu.

            Kasım ayının herhangi bir gününde, koridorun başında,  bir kız, açık sapsarı saçları, ütüsüz giysileri ve elinde anneannesinin aynası ile etrafındaki tek ışık kaynağı olan yanıp sönen lambanın altında duruyordu. Kaybolmuş gibi görünmesine  rağmen ağlamadı çünkü o kaybolmamıştı, saklanmıştı.Onun ruhu, küçük bir çocuğun müzik kutusunda sıkışmış, çıkmak için direnmeyen, sadece kapak açıldığında dans eden balerindi. O güçsüz değildi. Sadece dans etmek için müziğin çalmasını beklerdi.

            Koridorda koşuşturan doktorları izledi. O küçükken, doktor ona oda numarasını bulması için bir oyun öğretmişti. Hatırlaması zor olmamıştı aslında. “İki elini de kocaman açıyorsun, görevlilerden birine ellerini gösterip parmaklarımın sayısı kadar numaralı oda,diyorsun.” diye sanki bir sır verircesine fısıldamıştı, orta yaşlı adam. Fakat artık numaralardan bir anlam çıkarabilecek kadar büyümüştü.

            Kapının önüne geldiğinde kolu çevirdi ve içeri girdi. Annesi her zamanki gibi uyuyordu.Aynayı koltuğa bıraktı. Kadının gözleri hâla  kapalıydı.  Ama  kız uyumasını istemezdi. Uyursa bir daha uyumaktan vazgeçmez, gözlerini açmaz diye korkardı.Çünkü gözlerini ebediyen kapayan herkes, çocukluğuna dönerdi. Yeniden çocuk olur, çocuk kalırdı. Bu yüzden tekrar açmazlardı gözlerini.

             Hemen yatağa zıpladı ve ve çelimsiz kollarıyla kadına sarıldı.

            Sarıldıklarında, dünyanın başka yerindeki bir çocuk ağlarken, başka biri son nefesini veriyordu. Kimse ağlamak istememişti. Zaten kimse böyle bir hayatı da istememişti. Çocuklar aç kalmak istememişti, en acı çekeni, hayatını gözyaşlarıyla harcamış olanı, hikayenin kötü karakteri olmak istememişti. Hiç kimse, her insanın farklı bir acıya sahip olmasını dilememişti. Ama hayat, yerden taşı almaya çalışırken düştüğümüzde, yeniden sıraya girerek deneyeceğimiz  bir seksek oyunu değildi.

            Kız, annesinin saçını taramak için döndü, yatağın demir başlığına oturdu. Yanındaki masadan tarağı aldı ve annesinin saçlarını taramaya başladı. Her taradığında annesinin eskiden özenle ördüğü saçları dökülüyordu.Umursamadı, gözlerindeki yaşlar bembeyaz çarşafa düşerken  kızın yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Annesi, kıza her gece yatmadan önce söylediği ninniyi mırıldandı. Herkes, ağlarmış ağacın gölgesinde. Yapraklar dökülüyor diye. Fakat kimse bilmezmiş, ölmek üzere olanlar yeni bebekleri beklermiş. Bebekler gelmeden önce de veda ederlermiş. Sonra, yemyeşil yapraklar gelmiş, onlar da gitmiş.Ah, o yapraklar, o yapraklar… Anıları yaşatan, habersizce terk eden yapraklar…”Kadın, gönden düşen yaşı umursamadan devam etti. Saçlarını tarayan kızı ise annesinin onu ağlarken görmemesi için saçını taramayı bırakmadı. O gece, ikisi de birbirinin  ağladıklarının farkındayken görmezden geldiler, birinin elinde tarak, diğerinin elinde kızının gözyaşı, uyuyakaldılar.

             Yeni bir günde güneşle  yeni umutlar, ızdıraplar, acılar da doğmuştu.Kız başını annesinin omzuna yaslamış, yanağında  kurumuş gözyaşları, uyuyordu.  Kapı aniden açıldığında çıkan gıcırtı sesinden irkilerek uyandı. Annesinin ise ilaçlar yüzünden gözleri kapalıydı. Doktorun geldiğini fark eden kız, yaşlı adama gülümseyerek odadan ayrıldı. Annesi acı çekerken onu izlemek istemiyordu. Kapıya yaslandı ve beklemeye başladı.

            Ona yüzyıllar önce gibi gelen bir zaman diliminde, annesi ona hikâyeler okurdu. Sevdiği cümleler olursa odasının duvarına yazar, okudukça anılarını hatırlardı.

            Kalem, kağıda aşıktı, kelimeleri buldu. Kelimeleri buldu ama kağıda aşkını anlatacak kadar harfi yoktu.” Bu cümleyi her okuduğunda duygulanırdı. Ne kadar sorsa da annesinden cevap alamamış, bu sözü kimin yazdığını bir türlü öğrenememişti. Gizem kutusundaki en ücra köşesinde yerini alan cümlelerden biriydi. Annesinin anlattığı bu kelimelerden oluşmuş duygular, ona en zor zamanlarında yoldaşlık etmişti. Üzüntüden kalbinin her bir odacığının kanını taşıyamadığı, gözyaşlarının yetmediği zamanlarda onun sözlerini kullanırdı. İşin garip tarafı, bu sözleri onun yüzünden hatırlamak zorunda kalmıştı.

            Hastalığı ilk öğrendiklerinde, hastanenin duvarları başına yıkılmış, her şeyin bir kâbus olduğunu düşünmüştü.Düşünmekle kalmamış, uyanmak için çabalamıştı.Fakat bazen çabalamak, ömrünü doldurmuş bir kelebeğin son kez kanat çırpmasını görmek  ve yeniden uçmasını beklemekti, dilemekti.

            Kız sırtını duvara yaslamış bunları düşünürken doktorun yüzü asık bir şekilde ayrıldığını fark etti. Geleceğin gerçeklerini öğrenip şimdinin huzurunu bozmak istemedi, sessiz kaldı. Odanın kapısını yavaşça açtı ve sessizce içeri girdi.

            Anne?

            Sessizlikte kızın endişesi saniyeler geçtikçe artmaya başlarken odanın karşısında bulunan banyonun kapısını hızla açtı. Fakat aynanın karşısında saçlarını kesen annesini görmeyi beklemiyordu.Burukça gülümsedi ve annesinin yanına yaklaşmadan önce birkaç gün önce koltuğun üzerine bıraktığı eski aynayı aldı. Saçlar, çaresiz her kadının gözyaşlarının birleşimi gibi yavaşça yere dökülüyordu.

 

Kabullenişti bu.

Kadının kabullenişiydi. Saçlar yerde cansız bir şekilde dururken, kız sadece kapının önünde durmuş annesini izliyordu. Kadın arkasına döndü, kıza baktı ve banyodan çıktı. Ne bir gülümseme ne bir duygu. Kabulleniş…

 

            Kasım ayında uçuşan sonbahar yaprakları gibi aktı dakikalar, günler, aylar. Harfler heceleri, heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri oluşturamadı. Kızın annesi farklı bir odaya alındı. Odanın ışığı belki de umutsuzluğu aydınlatmaya yetmedi, karanlıkta kaldılar.Akrep,  yelkovanla amansız bir yarışa girdi, kazanan belirlenemeden saat bozuldu. Zaman durdu sanki!Umutlar gitti. Sevgiler uzaklaştı.

            Pişmanlık hepsinin arkasından elini salladı. Günler acılarla harmanlandı, ortaya kalplerin hissetmek istemeyeceği bir çaresizlik çıktı:Ölüm.

            Zaman geçtikçe kız anlıyordu.En büyük çaresizliği, kadere olan muhtaçlığı simgeleyen ölümü fark ediyordu.  Annesinin ölümünün,  gözyaşına olan yakınlığı kadar yakın olduğunun da farkındaydı. Fakat bu hayatta marifet elinden geleni yapmakta değil, kaderin ellerinden tutmaktı. Kaderin elleri ya sevdiklerinin elini çekerdi bu hayattan ya da senin. O ise annesinin elini tutmayı çok severdi.

            Zaman geçti,  bir yazarın parmakları yazmaktan yorulmadı. Fakat karakterleri tükendi. Ne akşamlar geçti, anneler ağladı. Ne gündüzler geçti ızdıraplarla, gerçeklerle… Günler, onlar da geçti. Kimsenin istemeyeceği şekilde hırslı, hızlı. Hastalık da ilerledi, günlerle yarışıyormuş gibi acımasız bir hızla. Sağır olanların bile  duyabileceği tek bir şey vardı: Ölüm. Makineler, son seslerini çıkardı. Bir kalp son kez attı. İki kalbin evi olmuş beden, aynı anda iki kalbi de yok etti.

            Doktorların sessiz kaldığı o  nde, kız annesinin odasına gitti.Fakat kapıyı açmasına ne kader ne de doktorlar izin vermedi. Kız doktorlara kızgın bir yüzle döndü, bir şey diyemediler. Ona saymayı öğreten adam bile rakamları unutmuştu. Ağızdan herhangi bir kelime kaçmadı. Çığlıklar, ölümün eli tarafından kapatıldı, gözyaşları kızın sarı saçlarının örgüsüne saklandı.  Kızın kafasında yankılanan kelimeler saklambaç oynamaya başlamış, fakat ebe belirlenmemişti. Her bir düşünce saklandı, itiraf edilemedi.Ölümün yankısı, en büyük vadilerde yankılandı. En büyük vadi bile bir kızın kalbi kadar yankılayamadı çığlığı.

            Hayat hikâyesinin ilk sayfasından beri beklenen, fakat istenmeyen  tek şeydi bu.   Sayfalar çevrildi, son sayfa okunmadı. Sonun kelimeleri sondan önceki sayfadan belli oluyordu. Kimsenin söyleyecek son bir sözü, kelimesi, öpücüğü yoktu. Fakat bunun nedeni kırgınlık veya kızgınlık gibi kaderin ellerinin değmediği şeylerden değildi. Sessiz kalmalarının nedeni, herkesin bunun son bir söz olacağının bilincinde olmasıydı.

            Son söz söylenmedi, son bakış olmadı. Ölüm, buğulanmış bir cama değen küçük parmaklar gibi görüntüyü dağıttı, görüntü netleşti. Küçük kızın parmakları üşüdü, fakat mutluydu. Görüntü netti, camın arkasındaki sevgiyi, dünyayı görebiliyordu. Fakat sonra görüntü tekrar buğulandı. Kızın parmakları buğuyu silmeye yetişemedi, cam belki de son görüntüsünü gösterdi, anılar gibi parçalara ayrıldı. Her bir parça, bir anne ve kızının gözyaşıydı.

            Hiçbir doktor, kıza annesinin öldüğünü söyleyemedi. Hiçbir yazar bir annenin ölümünü dile dökemedi. Kelimeleri seçemedi. Harflere sıkıştıramadı. Kızın bağırışları, çığlıkları kalbine sığamadı. Hayat hikayesinin başında yer alan koridora yansıdı ölümün ve kızın haykırışları. Duvara yaslandı, saçlarını çekti, ağlamaya başladı. Bağırdı. O günden sonra ağlayamadı.

            Bir el buğulu camlardan birine dokundu. Yavaşça temizlemeye başladı. Camın arkasındaki hayatları tahmin etti. Bir hayat öyküsü bitti, cam yeniden buğulandı. Sonra tekrar o el buğuyu sildi. Yeni bir hikâye başladı. Tekrar buğulandı, bir hayat sona erdi. Başka bir öykü başladı kasım ayında, bir koridorda. O da bitti, el gitti. Cam tekrar buğulandı. Silen olmadı. Hikaye bitti, anne öldü, kız sustu, camın buğusu, gözyaşlarının ardına saklandı. Buz tuttu. O camın perdeleri çekildi. Sahne kapandı.