UMUTLARDAN KALE YAPTIM BEN
Zeynep Öğretmen

Tekirdağ Bilim ve Sanat Merkezi

 

              Kimi zaman bir kelebeğin kanatlarındaki özgürlüktür umut... Kimi zaman beklenendir, kimi zamansa özlenen... Hiç tükenmez umutlarımız. Zaten tükendiğinde biz de bitmişiz demektir.

             Hani bazen hiç kimse kalmaz ya etrafında; ne sevecek biri, ne de özleyecek... İşte o zaman tek dostundur umutların... Tutunabilecek tek dalındır. Yaşama bağlanmak için tek nedenin, sevmek, sevilmek için tek sebebindir.

                Hiç beklenmedik bir anda imdadına yetişir umutların. Sıkı sıkı sarılırsın onlara... Sarılacak başka kimsen yoksa eğer... Bazense tutunmak istersin, tutunamazsın. Gücün kalmamıştır artık... Umut etmeye yetecek kadar bile... İşte o zaman korkmalısın. İnsan umutlarıyla yaşar çünkü... Onlar yoksa var olmak imkânsız...

                Olduğu yerde derin bir nefes aldı KADIN. Sonra yavaşça doğruldu. Gözü saate ilişti. Daha üç saat vardı gelmesine. En sevdiği yemekleri yapmak için O’nun, mutfağa yöneldi. Radyodan hafif tınılı bir müzik yükseliyordu. Sesini biraz daha açtı KADIN. Bülbül gibi güzel sesiyle şarkıya eşlik etti. Yeniden saate ilişti gözü. Zaman geçmek bilmiyordu bir türlü...

Biraz sonra kapı çaldı. KADIN ellerini ıslak bir beze silip, kapıyı açtı. Gelen KOMŞU’suydu. İçeri buyur etti. Beraber mutfağa geçtiler. Yabancı değildi KOMŞU’su. KADIN yemek yapmaya devam etti. Bir yandan da KOMŞU’su bir şeyler anlatıyordu O’na, sonra durdu. Tüm bu yemekleri kimin için yaptığını sordu. KADIN’ın gözlerinin içi güldü adeta, mutluluğu ruhunun derinliklerine kadar hissetti. Oğlunun geleceğini söyledi KADIN. Ne kadar mutlu olduğunu anlattı sözcüklerle, anlatabildiği kadar...

KOMŞU’nun yüzü düşmüştü sanki. Ellerini ovuşturmaya başladı. Gözlerinden iki sıra yaş süzüldü önce... Sonra da müsaade isteyip ayrıldı. Bir anlam veremedi KADIN. Söz vermişti kendine, bugün kimsenin O’nu üzmesine izin vermeyecekti... Mutluydu çünkü. Oğlu geliyordu. Saate baktı yeniden. Çok az kalmıştı. Yemekleri hazırladı. Sıra masayı donatmaya gelmişti. Özenle seçtiği beyaz masa örtüsünü serdi önce. Sonra da misafir geldiğinde kullandığı tabakları çıkardı. Oğlu herkesten önemliydi bu dünyada.. O’ndan önemli misafir mi olurdu?

Masanın hazırlığı bittiğinde bir adım geri çekilip, şöyle bir baktı. Uğraştığına değmişti. Tam o sırada kapı çalındı. KADIN aceleyle kapıyı açtı. Gelen ERKEK’ti. Yüzünde açıkça seçilen bir telaş vardı. Aceleyle içeri girdi. KADIN ne olduğunu anlamamıştı. ERKEK salondaki masayı görünce KADIN’a döndü, soran gözlerle baktı. KADIN: “Oğlum için... Yarım saat kaldı gelmesine...” dedi.

ERKEK en yakın koltuğa çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. KADIN ne diyeceğini şaşırmıştı. Sandalyelerden birine ilişti. Bir şey söyleyemedi. Uzun süre öylece beklediler. Sonunda ERKEK konuşacak gücü kendinde bulmuştu. Zaten söyleyeceği iki kelimeydi: “O gelmeyecek!” Sonra kalkıp, banyoya gitti. Musluğu sonuna kadar açtı. Soğuk suyu yüzüne defalarca çarptı. Gözleri kan çanağı gibi olmuştu. KADIN oturduğu yerde öylece kaldı. Gözlerini sabit bir noktaya dikmişti. Biraz sonra bir ileri, bir geri sallanmaya başladı. Bir yandan da anlaşılması güç kelimeler mırıldanıyordu.

ERKEK musluğu kapadı. Tam kapıyı açacaktı ki, içeriden bir gürültü koptu. Koşarak salona vardığında KADIN yere çökmüştü. Oğlunun fotoğrafının olduğu büyük çerçeveyi elinde tutuyordu. Camı kırıp, fotoğrafı içinden çıkarmıştı. Cam kırıkları etrafına yayılmıştı. KADIN çerçeveyi usulca kucağına koydu. Resmi göğsüne bastırıp, gözlerini kapadı. Uzun kirpiklerinin altından sicim gibi iki damla yaş süzüldü. ERKEK, KADIN’ın yanına çöktü. Elini tutup, başını yukarı kaldırdı. KADIN yaşlı gözleriyle ERKEĞE baktı. ERKEK elini daha sıkı tuttu KADIN’ın. KADIN gözlerinin derinliklerine kadar baktı ERKEĞİN: “Gelmeyecek!” dedi.

ERKEK başını salladı. KADIN’ı yerden kaldırıp, koltuğa oturttu. Yerleri temizleyip, resmi yeniden çerçeveye yerleştirdi. Sonra da KADIN’ın yanına oturdu. Elini avucunun içine aldı: “Üzülme ne olur!” dedi. KADIN hiçbir şey söylemedi. Bir süre boşluğa baktı öylece. Biraz sonra boğuk bir sesle konuşmaya başladı:

“Kimi zaman küçük bir umuttur seni ayakta tutan, yaşama bağlayan... İnanmak, güvenmek, vazgeçmemek istersin o inancından... Körü körüne bağlanmak değildir bu elbet. Sadece ummak, umut etmek ve beklemektir. Benimkisi de öyleydi işte. Biliyordum gelmeyeceğini. Hepiniz bana öylesine acırmış gibi bakıyordunuz ki; ne yapsam, nasıl davransam fark etmeyecekti zaten. Ben de böylesini seçtim. İnanmaya çalıştım. Gittikçe daha çok bağlandım. Siz kendi anlaşılmaz dünyalarınızda her gün biraz daha kaybolurken, ben de kendi küçük dünyamda, yeni dünyalar yarattım. Sonu olmayan umutlarımla hayata yeniden tutundum. Umutlarımdan kale yaptım ben... Sonra da o kalenin duvarlarının ardına sığındım... Suç muydu bu? İnanmak suç muydu? Hayır! Şimdi... Lütfen benim hayallerime, umutlarıma el sürme... Bırak üzüleyim, bırak hayal kırıklığı yaşayayım. Ama umutlarımdan ayırma beni, koparma... Vazgeçmek zorunda bırakma... Onlar yoksa ben de yokum. Bırak, ben oldukça onlar da olsun.”

KADIN ağır devinimlerle kalktı yerinden. Gözlerinin içine baktı ERKEĞİN... Gidip, üçüncü bir tabak aldı masaya koymak için. “Bu akşam misafirimiz var. Oğlumuz geliyor!” dedi gülümseyerek. ERKEK oturduğu yerden kalkıp masaya yöneldi: “O zaman biz başlayalım, O da gelince bize katılır.” dedi. KADIN bu söz üzerine daha da mutlu oldu. Beraber masaya oturup, yemeğe başladılar. O gece kimse katılmadı onlara, bir sonraki gün de, geçen aylar ve yıllarda da kimse katılmadı o sofraya... Ama umut hiç bitmedi, hiç sönmedi o evde... Bir ışık, küçücük bir ışık olarak kaldı o büyük yüreklerde...