“SINAVLA YAŞAYANLAR”
İlayda Şenol
Özel Antalya Koleji

 

Çok yorgundu çocuk. Önünde yığınla duran testlere baktı. Mutsuz oldu. Okuldan geleli henüz 20 dakika olmuştu. Yemeğe kadar biraz televizyon izlesem iyi olur; kafam dağılır, diye düşündü. Annesi işten yeni gelmişti. Telaşla yemek hazırlıyordu. Bir yandan da kulağındaki telefonu düşürmemek için başını boynuna dayamış, Özgül Teyzesiyle günün değerlendirmesini yapıyordu. Annem ne kadar komik görünüyor diye düşündü. Hep bir yere yetişmek için koşturduğundan olsa gerek, telefonda da acele acele konuşuyordu. Of! Büyüyünce anne olmak istemiyorum, bu kadar işi nasıl yaparım diye geçirdi içinden. Tam o sırada annesi seslendi – Kuzucum işin yoksa gel bana yardım et! (Annesi hep “-kuzucum” diye seslenirdi. O kadar seviyordu ki bu sözü, annesi söyleyince daha güzel  oluyordu. Gerçekten küçük bir kuzucuk olduğunu hissediyordu.)

            Babası henüz gelmemişti. Yine toplantısı vardı. Gelince de zaten çok yorgun olacaktı. Ama mutlaka –kuzuyu- sevip okşayacaktı. Babasının kendisine taktığı isim daha komikti. Babası “bidik” derdi. İşten gelince yorgun, elleri kolları dolu ve kocaman bir gülümsemeyle

– Bidik naber? Diye seslenirdi. Koşarak babasına sarılır – İyi, derdi. Aslında annesi de babası da bu “iyi” kelimesinden tatmin olmuyordu. Onlar “naber” demekle günün özetini soruyorlardı. Ama ya isteksizlikten, çoğunlukla da vakitsizlikten iyi diye kestirip atardı.

            Mutfağa girdi. “Anne” dedi. “Televizyon izlemek istiyorum. Sana yardım etmesem olur mu?” “Tamam” dedi annesi. “Ama 15 dakikan var. Yemek ve sonra ödev zamanı. Biliyorsun çok çalışmalısın!” Evet biliyordu. Ödevleri vardı ve çok çalışmalıydı. Dersane öğretmeni hafta sonundaki deneme sınavına katılamadığı için kendisine küçük bir ödül(!) vermişti. 600 soru çözmesi gerekiyordu. Okul ödevleri zaten tüm akşamını alıyordu. Bu testleri ne zaman çözeceğim diye düşündü. Hafta sonu zaten dersane vardı. Derinden bir of çekti. Okulda birinci sınavlar biteli henüz 10 gün olmuştu ve 3 gün sonra tekrar sınavlar başlayacaktı. Annesi durmadan sınavlara çalışması gerektiğini hatırlatıyordu. Çünkü sene sonunda büyük sınav vardı. Daha 11 yaşındaydı ama önündeki sınavları düşündükçe yaşlandığını hissediyordu. Birden aklına nedense endoplazmik retikulum geldi. Fen Bilgisi dersinde öğrendiğinden beri bu kelimeyi çok sevmişti ve günde birkaç kere tekrarlıyordu. Endoplazmik retikulum, endoplazmik retikulum, endoplazmik bir kulum. Evet evet endoplazmik bir kuldu.

            Yemekte “Anne” dedi, “Sence dünyada endoplazmik retikulumu bilmeden yaşayan kaç kişi vardır?” Annesi “Sanırım milyonlarca insan bunu bilmiyordur kızım.” Dedi. “Peki ben de bilmezsem hayatımda çok şey mi değişir?” Annesi lafı nereye getireceğini anlamıştı. “Bilmezsen herkes gibi olursun, ama bilirsen önde olursun. Çalışmamak için bahaneler üretme.” dedi.

            Yemek bitmişti, odasına gidip masasının başına geçti. Testlere elini uzattı. Öyle yorgundu ki canı hiç soru çözmek istemiyordu. Gözlerini kapattı. Kendini kocaman, yemyeşil bir ormanın içinde buldu. Daha önce hiç görmediği ağaçlar, rengârenk çiçekler, sevimli küçük hayvanlarla dolu bir ormandaydı. Ortasından küçük bir nehir geçiyordu. Sevinçle olduğu yerde zıpladı. Büyülenmiş gibiydi. Ne güzel bir yerdi böyle burası. İşte hemen önünden küçük beyaz tavşanlar geçiyordu. Birini kucağına aldı. Aaaa! Şurada da annesinden hep isteyip durduğu ama bir türlü aldıramadığı sevimli köpek yavrusu vardı. Tavşanı bıraktı (Ama hemen bir isim verdi. Senin adın Minto olsun.), küçük köpekçiği aldı, ona da Bıdık dedi. Aman Allah’ım! Her şey istediği gibiydi. Köpeği Bıdık ile koşarak atların olduğu yere gitti. Birbirinden güzel beyaz, gür yeleli atlar, küçük midilliler vardı. Bıdık’a “Sen burada bekle. Sakın bir yere ayrılma.” Dedi. Minik tavşanı Minto da köpeğin peşi sıra geliyordu. Midillilerden birine yaklaştı, usulca okşadı. Hızlı bir hareketle üstüne çıktı. Sanki yıllardır ata biniyordu. Yemyeşil ormanda özgürce dolaştılar.

          Midilli, onu ormandaki müzik evinin kapısına bıraktı. Bütün müzik aletleri oradaydı. Hepsi de “gel beni çal” diye bekliyordu. Annesinin yeni aldığı ama vakitsizlikten bir türlü çalmayı öğrenemediği gitar da oradaydı. boynu bükük bekliyordu. Hep “büyük sınav bitsin çalarım” diye ertelemişti. Ama şimdi tam zamanıydı. Gitarı eline aldı, tellerine dokundu. Nasıl da güzel ses çıkarıyordu. Sevdiği bütün şarkıları çaldı. Neredeyse küçük bir konser verdi. Bu arada midilli kapıya geldi. “Hadi acele et!” der gibi bakıyordu. Tekrar bindi beyaz midillisine.                                                       

 .               Midilli  onu bu kez de resim evine götürdü. İçinde bir sürü resim ve heykel olan bütün renklerin bulunduğu ışıl ışıl bir yere geldi. Renklerle oynamayı, resim yapmayı öyle çok seviyordu ki “bütün ömrünü burada geçirebilirim” diye düşündü. Hemen eline bir fırça aldı. Bir duvarın üstüne uçan kuşlar, gökyüzünün ve denizin resmini çizdi. Kuşlar öyle güzel uçuyorlardı ki denizin üstünde “Keşke ben de uçabilsem” Dedi. Tam işini bitirmişti ki beyaz midilli yine kapıda belirdi.

             Onu bu kez ormandaki spor salonuna götürdü.( Orman o kadar sakindi ki; trafikte sıkışıp birbirine korna çalan arabalar, yorgun insanlar yoktu. Kimse çöplerini etrafa atmamıştı. Her yer tertemizdi ve herkes güler yüzlüydü.)

            Spor salonundaki basketbol sahasına indi. Eline topu aldı. Şut atmaya başladı. Attığı bütün şutlar giriyordu. Çok mutlu oldu. Sonra spor salonunun diğer köşesinde dans etmeye başladı. Kapıda midilli, Bıdık ve tavşanı Minto onu izliyordu. Öyle güzel dans ediyordu ki…. Lay lay lay…… Lay lay lay ……

Birden omzuna dokunan el ile irkildi. Gözlerini açtı. Annesi elindeki meyve tabağını masasına bıraktı. “Anneciğim, üzülüyorum ama. Bak yine bitmemiş testler. Bu akşam bitecek, hadi hızlan biraz.” dedi. Etrafına bakındı. Ne Bıdık ne Minto ne de midillisi vardı. Ama içten içe sevindi. “Onlar benim ormanımda yaşıyorlar.” dedi. Bu onun sırrıydı. Belki bir gün birisiyle bu sırrı paylaşırdı “ama şimdi değil” dedi içinden. Testlere döndü.

“Aşağıdakilerden hangisi…………………………”