SAVAŞIN ÇOCUKLARI

 AYSE DENİZ KARABEY

TED Ankara Koleji

 

Koştum. Güneşten sararmış kirli siyah saçlarım dağıldı bir küçük rüzgârla. Koştum. Kaşlarımın ortasında kederli bir çift çizgi belirdi, usulca. Koştum. Çıplak, nasırlı, çatlamış ayaklarımda bir acı...Koştum. Susamıştım, susamıştım çocukluğumdan kalma bir avuç umuda. Koştum. "Anne!" , "Baba! Baba!" diye bağırsam duyar mı  doyamadığım cansız bedenleri? Koştum. Kapanmış, gece akan gözleri artık hayata aydınlık bakamaz mı sanki? Ve son defa koştum, gücüm kalmamış ikinci bir defasına. Yanağıma tüm kaybettiklerim adına düşüverir, bir küçük damla.                                                             

            Fatma, benim adım. Kara kaşlı, kara gözlü Fatma. Babam ben doğar doğmaz adımı Fatma koymuş. Hiçbir zaman anlamını bilmediğim bu isim bana göçmen kuşları hatırlatıyor, çalıkuşlarını. Ne yerimizde durmayı biliyoruz, ne yuvamızdan uçmayı. Olsa olsa, buranın kuşu olurum ben.

                Siz, bilir misiniz buraları? Buranın suyunu, buranın toprağını? Siz, bilmezsiniz. Oysa bir zamanlar her sabah bülbülleşirdi tanrının unuttuğu bu izbe köy; kaldırım taşları, bu ev, buranın insanları. Evet, bir peri masalı anlatacağım size, mutluluğun masalı. Biz, mutluluğu en derinden yaşayanlar, birlikte yaşardık yaşamayı, hayatı ve dünyanın sevgiyle evcilleşeceğine canı gönülden, inanırdık. Çıplak ayaklarımız derken acındırmaya çalışmıyorum kendimi, toprağı biz ayaklarımızda hissederdik. Saf, katıksız... Toprak rengiydi yüzümüz. Şarkımız uzanırdı kırlara, bağlara, kuzulara. Pek yağmur yağmaz buralara ama zaten biz burayı güneşiyle severdik. Yağmur yağınca ise sadece dua ederdik. Teşekkür ederdik her nefesimize, her solukta seve seve yaşadığımız hayata. Dilsizsek gözümüzle, kulağımızla...  

Oysa bu sabah, ölümü, başucumda buldum. Sanki tüm bu hatıralarımla  saklambaç oynuyordum. Aradım, aradım. Yoklardı. Aydınlıklarda, umutlarda, salıncaklarda. Savaşın eli  vurmuştu acımadan onları, bir yığın masumla daha. Toprak rengiyiz diye. Bilmezlerdi ki biz gülünce yanaklarımızda al, ağlayınca çaresizce beyaz olurduk.   

Korkak bir bakış attım arkaya. Ses soluk yoktu. Bu sessizlik beni daha da korkutuyordu. Yokluğun içinde bir varlık vardı çünkü. Oradalardı, bekliyorlardı. Açlardı, kana susamışlardı. Öyle garip bir diyar olup çıkmıştı ki burası. Şehir, mutlak onu yaşatan insanlarıyla vardı. Olmayan insanların olmayan evleri, mezarlıklarıydı burası.Korku kente hakim olmuştu. Ben, bir ceylan, nefes nefese... Yarın sabah Girit'e gizlice bir gemi seyahati yapılacak. Kaçıp gitmek, kalbimizde yaşatmak en sevdiklerimizi... En iyisi kaçıp gitmektir belki, unutamasak da. Kim bilir,belki çocuk oluruz yeniden. Sil baştan affederiz dünyayı.      

 Kendime kimsenin görmeyeceği bir köşe buluyorum. Sesimi duymasınlar, yüzümü görmesinler. Yok olayım, kaçıp gideyim uzaklara ... Ben kimim ki? Küçük ellerim, küçük hayallerim. Burada sussam yalnızlık bile fark etmez beni. Bir ses duyuyorum, cılız bir çığlık. Bir tane daha ve yeniden.Ardından ayak sesleri... Yaklaşıyor, yaklaşıyor. Delikten bakıyorum. Kalbim sızlıyor. Bir beyaz, inanmıyorum! Beyaz, güzelim bir kız çocuğu. 

 "Kimse yok mu?", kekeliyor. "Lütfen, lütfen yardım edin!", titriyor. Küçük, "bu yüzden tüm saçmalaması, hataları"... Ayağı takılıyor, yere düşüyor. Ağlıyor, o da insan. Ağlıyor, bende insanım.             Yardım, etmeli miyim? Onun babası öldürdü benim babamı? Biz kardeştik, artık o bana bir yabancıdan bile uzak. Ellerimiz, tutuşamaz. İnsan kalbine zincir vurulamazsa peki? Zaman daralıyor, inlemesini duyuyorum. Annemi duyar gibi oluyorum, o ne pahasına olursa olsun yardım etmemi söylerdi. Her kalp sevilmeyi hak eder diye düşünürdü hep, bir acıma payı bırakırdı. Onlar bize acımamışsa biz nasıl acırız onlara? O açık, güneş gibi, ay gibi, bizimse tenimiz kömürden kara. Kalbimiz kararmadı ama henüz ...                                                

"Gel!" , etrafına şaşkınca bakındı kız. "Gel dedim ya! Yardım edebilirim.", elimi uzattım kimse görmeden. Koşulsuz elimi tuttu, hatta elime sarıldı. Sonunu bilmediği bir yolculuğa çıkmıştı. Korkusunu kalbine gömdü, umuduna sarıldı. Onu içeriye çekebilmiştim: 

 - Kıvrıl, yat şuraya. Sabaha kadar birlikteyiz fakat sabah birbirimizi unutup gideceğiz. Ben senin ne dostunum, ne tanıdığın. Beni görmeye çalışma, duyma, sadece öylesine bak. Bir daha görmemek üzere.

-Sen kimsin?

-Seni ilgilendirmez.

-Niye bana yardım ettin?

-Sana benimle konuşmamam gerektiğini söylemedim galiba.

-Tek kelime edeceğim, tek kelimemin sesine kulak vermez misin? Teşekkürler ...

Tek kelime nasıl bu kadar çok şey ifade edebilir? Bana ettiği bir teşekküründe bir demet sevgi, bir demet dostluk, bir demet özür vardı. Ailesinin yaptığı ama kendisinin de bir ömür sorumlu olduğunu bildiği hatalar için. Bu kızı sevmiştim, belki de böylesine sert davranmamalıydım. O sanki karşı çıksa savaş duracak mıydı? Kimse böyle olsun istemezdi. Onu sorumlu tutmak aptallık olurdu. Bir nefeslik çiçekti sanki beyaz kız. Adını bile sormamıştım. Adın, sana biçilen isim her neyse buraya kaçıp gelmenin de tek sebebi oydu. O isim geçmişindi, yarınlar geleceğin...       

 Ah, ne çabuk uyudun güzelim! Yanağında bir kızarıklık var. Sadece yanağında değil, pek çok yerinde. Yaralısın, öksürüyorsun... Neden savrulduğun belli buralara. Kim yaktı canını ha? Neye zorladılar seni? Evlenmeye mi, çalışmaya mı yoksa? Sen hak etmiyordun biliyorum ama dünya hiçbir zaman yeteri kadar adaletli davranmıyordu. Yarana merhem olmak istercesine sarıldım sana, bilmiyorum hissettin mi... Evet, sevivermiştim. Sen beyazdın, ben siyah. Ne fark eder! Açtım, susamıştım. Öbek öbek dostluktu, karnımı  doyuran. 

  Sabah erken kalktım, daha doğrusu kalktık. Kimse görmemeliydi bizi. "Gitmek istiyor musun?" diye sordum, "Güneş doğmuyor ..." dedin bana. Seni eşya çuvalının içine sakladım, biri görse ikimizi de denize atardı. Oysa sular ne güzel şırıldıyordu kulağımda. Bir ömür dinle, unut orada kederlerini. Yansımam güneşle mavi sularda parıldıyordu. Buralarda bir söylenti vardır,derler ki: Son nefesini bu topraklarda veren insanlar denizin büyüsüne kapılırmış. Kimsesiz ruhları martı olur, bir ömür özgürlüğe uçarmış. Evet, bir martı, martıda sen anneciğim. Merak etme, iyiyim. Başımın çaresine bakacak kadar büyüdüm ben, koca kız oldum. Hâlâ özlüyor muyum, özlüyorum çünkü korkuyorum, korkacak çok şey var anne. Hatta geceleri inleyerek uyanıyorum ama tek tesellim rüyamda seni, sizleri, ailemi görecek kadar şanslı olmam. Siz dünyayı temiz bilin, anneciğim. Ve şunu da bilin ki bir gün can verirken sizi tanımanın mutluluğuyla  öleceğim.      

Vardık. Çuvaldan çıkardım seni. Elini tuttum, hiç bırakmayacak gibi. Girit, Girit derlerdi inanmazdım. Burada ömür ne mutlu geçer be! Balık tutarız, balık tutar satarız. Veya gül toplarız, kırmızı güller, sarı laleler, çiçek pazarından. Yazın kıvrılır, uyuruz deniz kenarında. Kışın bir şeyler bulur buluşturur, ateş yakarız. Mucizeler hâlâ inanılacak kadar sıcaksa okuruz ,eğitim alırız, mücadele ederiz iki gönül bir olunca biz! Değil mi, beyaz kız...                                                                                                                      

Sesin kesildi,nedense. Baktım, gözlerin kapalıydı. Bir keman sesi duydum, içli içli çalıyordu. Ağlıyordu aynı zamanda. Ağlamak ölen canı geri getirmese bile , ağlamak. Bir son değildi bu, bir yarın, bir başlangıçtı. sen gittiğin yerde emin ol daha mutlu olacaktın. Baban orada dövmeyecek seni, aksine sevecek, çiçekler getirecek sana ve keder sözcüğü sözlükten kaldırılmış olacak. Kalbin atmayacak ama seveceksin, yine de. Hatta, hatta barış olacak. Barış, dünyanın çocuk ıslığı, savaşın çocukları...

Sevdim, yarınlara, koşa koşa. Sevdim, bir kâğıt parçası vardı kaldırımda. Sevdim, kâğıtla kendime bir küçük tekne yaptım. Sevdim, tekneme geçmişimden anılarımı kattım. Ve yılmadan, yorulmadan sevdim, teknemi suya bıraktım.