RENKLENDİRİCİ DEDE

ÇINAR GÜNALP ÇAKA

ODTÜ GV Mersin Okulları

 

     On yaşında taşındık bu mahalleye. Babam bir akşam anneme portakal bahçelerinin içinde bir arsa aldığını söyledi. Şehir merkezine uzak olduğu için fiyatının uygun olduğunu ve en önemlisi taksitle ödeyeceğimizi belirtti. Annem önce nasıl ödeyeceğiz diye endişelense de sonra çok sevindi. Sonunda bir evimiz olacaktı.

      İki yıl içinde babamla annem arsaya bir ev yaptılar. Evin her tuğlasını elleriyle taşıdılar. Çok emek harcadılar. Yükselen evin duvarları değildi sanki bizim ailenin umutları, sevinçleriydi.

         Nihayet bir pazar birkaç parça eşyamızı alıp taşındık yeni evimize. Mis gibi portakal çiçeklerinin arasında bir tabloydu bu yeni mahalle…

      Henüz birkaç ev vardı. Yeni komşularımız da aynı bizim aileye benziyordu. Yoksuldular fakat umutları altın küplerinden taşıyordu. Bir parça ekmeklerini paylaşmak için can atıyorlardı: “Hatice abla, Kemal amcaya da söyle makarna pişirdim. Hep birlikte yiyelim.”

      Başka bir pencereden uzanır Ali amca” Kemal akşam şu sizin kapıyı onaralım. Ben de alet çantası var.” Sadece büyükler mi biz çocuklar da paylaşırdık her şeyimizi: Üç kuruşa aldığımız şekerleri, en çok da hayallerimizi…

       Bizim mahallemizde çok farklı insanlar vardı. Bunlardan biri de Hanım teyzenin babası Mehmet dede… Mehmet dedeye göre her insanın adı gibi bir de rengi vardı. Örneğin arkadaşımız Çınar’a kırmızı derdi. Kırmızı kor gibi. Yakıyor, yıkıyor hemen kızıyor. Bak Ayşe’ye o sarı… Girdiği yere ışığı götürüyor. Gülen gözleriyle her yeri ısıtıyor. Şu Bakkal Ömer’e gelince bence o siyah. Siyah mı? Mehmet dede neden, diye sorduğumuzda: “O derdi kandırıyor çocukları, ucuza aldıklarını satıyor dünya paraya. Bir çocuğun avucuna parasız koyamıyor sevinçlerini. Ömer siyah evet siyah…” Sonra da “Çocuklar bu dünyada ne kadar insan varsa o kadar da renk var. Her insanın bir rengi var. Bazı renkler bulaştığı yeri bahara çevirirler. Sıcacık, cıvıl cıvıl renkleriyle bir tablo yaratırlar. Bazıları da var ki onlar gökkuşağını bile karartırlar. Bulaştıkları yerlere karabasan gibi sevgisizlik, kin, nefret taşırlar. İşte siz hayat denilen bu tabloyu oluştururken hep güzel renklerle yan yana gelmelisiniz. Umudu, sevgiyi çoğaltan bu renkleri siz de çoğaltmalısınız.

   Mehmet dedeyle sohbet etmeye bayılırdık. Onun masallarını, öykülerini saatlerce dinlerdik.

Çoğu zaman da masalın sonunu bize tamamlatırdı. Mehmet dede bizim öğretmenimizdi. Yaşam rehberimizdi. Bunun için biz de Mehmet dedeye bir isim takmıştık: Renklendirici.

       O insan ressamıydı. Onun güzel tablosunda güzel rengi olan insanlar vardı. Siyahları almazdı tablosuna…

       Mahallemize sonradan taşınan Sibel teyzenin engelli çocuğu Bora ne renk, diye sorduğumuzda “Bora kesinlikle alacalı, çocuklar.” demişti. Biz anlamsızca yüzüne baktığımızda “Doğru ya siz alaca rengi bilmezsiniz. Alaca renk tüm güzel renklerin karışımıdır. Açıktan koyuya, koyudan açığa tüm güzel renkleri kucaklar alaca. Bora arkadaşınız da öyle. Alaca hepinizden renk var. Sizleri bekler. Siz onunla oynadıkça da hepinizin rengini kucaklar. Önce anlamamıştık Mehmet dedeyi… Zamanla anladık. Bora bizim mahallenin alacasıydı.

      Bir sabah annem gözleri yaşlı uyandırdı beni. Renklendirici Dede gitti yavrum, diyerek.

      Tüm mahalle ve özellikle biz çocuklar hüzünle uğurladık Renklendirici Dedemizi.

      Büyüdük zamanla, mahallemizde büyüdü bizimle beraber. Fakat canlı renkler soldu. Ya da bir kelebeğin kanadında terk etti bizleri. Siyahlar çoğaldı. Mahallemizde ve tüm dünyada…

      Fakat biz Renklendirici Dede’nin torunları umudumuzu yitirmedik. Her gün yeniden gökkuşağı oluyoruz. Alaca oluyoruz. Bulaşıyoruz her yere. Sevgiyi çoğaltmak için.